2 Haziran 2009 Salı

TÜRK VE DÜNYA EDEBİYATI ESER ÖZETLERİ

TÜRK VE DÜNYA EDEBİYATI
ESER ÖZETLERİ



TAAŞŞUK-U TALAT ve FİTNAT (1872) (roman)
Şemsettin Sami


Şemsettin Sami'nin "Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat" romanı, ilk Türk romanıdır. Tanzimat romancılığımızda, kadınlarımızın toplum içindeki yerlerini belirtme, evlilik ilişkilerimizi irdeleme, uygunsuz evlenmelerin sorunlarına değinme bakımlarından dikkate değer. Gerçekçi bir romantizm içerisinde, konuşulan dili vermeye çalışır. Görmeden evlenmenin acı sonuçlarını basit bir teknikle, duygusal karakter çözümlemeleriyle yansıtır. Küçük yaşta babasız kalan Talat’ı, annesi Saliha Hanım büyütür. İşe gidip gelirken uğradığı bir dükkân vardır. Hacı Mustafa'nın dükkânı. Bu Hacı Mustafa, Fitnat’ın üvey babasıdır. Fitnat’ın annesi Zekiye Hanım, Fitnat’a hamile iken kocasından ayrılmış, bu Hacı Mustafa ile evlenmiş, birkaç yıl sonra da ölmüştür. Talat yine bir gün eve dönerken, dükkânın üstündeki evin cumbasında Fitnat’a görür görmez tutulur. Fitnat da deli gibi Talat’ı görür görmez tutulur. Fitnat'ta deli gibi Talat’ı sevmektedir. Fakat "Hacı Baba”sının korkusundan sokağa çıkamaz Talat, çarşaf giyerek, kadın kılığında eve girer. Fitnat’la konuşur. Hacı Baba; Fitnat’ı zengin bir adamla evlendirir. Fitnat, Ali Bey adındaki bu adamı yanına yaklaştırmaz. Kahrından, kurtuluşu ölümde bulur. Boynunda annesinin taktığı bir muska vardır. Kocası olacak Ali Bey, bu muskayı açıp okuyunca, öz kızıyla evlendiğini anlayarak çıldırır. Talat’tan altı ay sonra Ali Bey de ölür.


İNTİBAH (1876) (roman)Namık Kemal

Namık Kemal, "edebiyatımızın en büyük eksiği" olarak romanı gördüğü için, Magosa 'sürgününde, "Sergüzeşt-i Ali Bey"i yani, "İntibah"ı yazar. Eski meddah hikayelerimizden "Hançerli Hanım" dan esinlenerek kaleme alınan bu romanın konusu şöyledir: Ali Bey, zengin bir ailenin tek çocuğudur. İyi bir öğrenim görür, on yaşına gelinceye kadar birkaç dil öğrenir. Ancak aldığı bilgilerin kişiliğinin gelişmesinde etkisi olmaz. Yirmi yaşlarında iken babası ölünce, keyfine göre yasamaya başlar. Çamlıca'da bir gezinti sırasında, güzel bir kadınla tanışır. İffetli sandığı bu kadın, yosmanın biridir. Mehpeyker'dir. adı Suriye'de çirkin işler yaparak zengin olmuş Abdullah Efendi isimli yetmiş yaşlarında, çiçek bozuğu çirkin bir ihtiyarla dost hayatı yaşamaktadır. Oğlunun böyle uygunsuz bir kadına gönlünü kaptırmasına üzülen annesi, Ali Bey'in mutluluğu için, eve Dilaşup adında güzel bir cariye alır. Yine de oğlunu bu kadının elinden kurtaramaz. Ali Bey bir gün, yalıya gider, Mehpeyker'i evde bulamaz; kadın, dostu Abdullah Efendi ile buluşmağa gitmiştir. Bütün gece bekler, ertesi sabah yalıya dönen Mehpeyker'le kavga eder. Ayrılırlar. Ali Bey gün geçtikçe Dilaşup'a ısınmaya başlar Mehpeyker her şeyine göz yuman ihtiyar dostu Abdullah Efendi ile bir plan hazırlar. Kızı hamamda gören kadınlardan vücudundaki benler hakkında bilgi edinir. Bir takım erkekler ağzından bunu Ali Bey'e duyurur. Ali Bey
kızgınlıkla Dilaşup'u döver, Kendisi de hastalanarak yatağa düşer. Kızı bir esirciye satarlar. Dilaşup'u Mehpeyker satın alır. Düşkün kadın kızın ahlakını bozmak için çok uğraşırsa da başaramaz. Ali Bey, kendisini artık tamamen sefahate verir, serveti elden çıkar, annesi bir kira evinde sefalet içinde ölür. Böyle iken, Mehpeyker'e dönmez. Ali Bey'i tekrar ele geçiremeyen Mehpeyker, deliye döner. Ali Bey'i ortadan kaldırmayı düşünür. Hile ile Ali Bey Üsküdar'da bir bağ evine eğlence için çağırılır. Mehpeyker Dilaşup'u da oraya götürür. Dilaşup, Mehpeyker'in konuşmasından Ali Bey için hazırlanan komployu öğrenir. Olup, bitenlerden habersiz davete gelen Ali Bey'e bildirir. Genç adam pencereden çarşafa sarınıp inerek kaçar. Karakola haber verir. Bu esnada onun paltosunu giymiş olarak, bekleyen Dilaşup, Ali Bey zannıyla bıçaklanarak öldürülür. Zaptiyelerle dönen, Ali Bey ise hiddetten kendisini kaybederek Mehpeyker'i öldürür. Hapsolunur. Yaşaması sürünmek olur. Ziyan olan ömrüne acır; son pişmanlıktır bu. Çocukluğunun, gençliğinin o temiz yıllarına geri dönemez.

CEZMİ (1880) (roman)Namık Kemal

Türk edebiyatında yazılan ilk tarihi roman sayılır. Namık Kemal'in Midilli'de kaleme aldığı bu romanın konusu "Osmanlı Tarihi"nden alınmıştır. İntibah, Tanzimat ta geçtiği halde, "Cezmi" XVI. yüzyılda geçer. Cezmi yiğit bir sipahi olduğu kadar, bilgin bir şairdir de. Yakışıklıdır. Ciritte, atlı sporda ustadır. Namık Kemal, Cezmi'de kendi gençliğini yaşıyor gibidir. Roman İstanbul’da başlar. Azerbaycan’da, İran'da, Sah Tahmasb'in oğlu Mehet Hudabende, şahlık tahtında, eşi Şehriyar, kız kardeşi Perihan, Sah’ın kör oluşundan da faydalanarak, siyasette, devlet işlerinde sözü geçer kişilerdir. İran’la Osmanlı Devleti arasında savaş başlar. Cezmi, bu savaşa gönüllü olarak katılır. Adil Giray'la bu savaşta tanışır. İran ordusu perişan edilir. Birçok yerler ele geçirilir. Gazi Giray, kardeşi Adil Giray esir düşerler. Romanın önemli bölümleri, İran sarayında, Adil Giray, Perihan ve Şehriyar’ın çevresinde geçer. Bu iki kadın, Adil Giray'a aşık olurlar. Sünni mezhebinden olan Perihan, sevdiği Adil Giray'la, Osmanlı ordusunun da yardımı sağlayarak İran saltanatını ele geçirmek amacındadır. Bunu, Şehriyar haber alır; taraflar kanlı bir boğuşmaya tutuşurlar. Şehriyar, Perihan ve Adil Giray ölürler. Cezmi, yaralanır. Derviş kılığına girerek güçlükle vatanına döner. Namık Kemal'in iki cilt olarak düşündüğü romanın birinci cildinde"Cezmi"nin gerçek yaşamını pek bulamayız.


VATAN yahut SİLİSTİRE (tiyatro)Namık Kemal

İslam Bey, gönüllü olarak orduya gideceğinden dolayı uzaktan sevmekte olduğu Zekiye ile vedalaşmak üzere onun odasına girer. Zekiye'ye, kendisi hakkında beslediği sevgiyi anlatır. Kız da ona karşı kayıtsız olmadığı gibi, onun arkasından o da erkek elbisesi giyerek gönüllüler takımına karışır, Silistre'ye kadar gider. Silistre'de kuşatma altında kalırlar. Bu arada İslam Bey yaralanır, ona, Âdem ismini almış olan Zekiye bakar. Yaralı olduğu halde İslam, yanında Abdullah Çavuş ve Zekiye ile düşman cephanesini ateşlemek üzere giderler. Dönüşlerinde düşman kuşatmayı kaldırıp çekilmiş vaziyette bulurlar. Kumandan Sıtkı Bey de. Zekiye'nin vaktiyle bir namus meselesinde itaatsizlik ettiği için keçe külah edilmiş olduğundan asıl adı olan Ahmet'i değiştirip Sıtkı’yı kullanarak yeniden askerlikte rütbesi kazanmış olan babası çıkar. İslam ile Zekiye'nin düğünleri kazanılan savaşın mutluluğuyla birlikte yapılır.

GÜLNİHAL – Namık Kemal– oyun

Tanzimat’ın ilk yıllarında Rumeli de sancak beyi olan Kaplan Paşa zalim biridir. Kardeşlerinin çocukları olan İsmet ile Muhtar birbirlerini sevmektedir. Kaplan Paşa Muhtar’ ı halk tarafından çok sevildiği için kıskanır. Muhtar’ ı yok etmek amacıyla hilelere başlar ve iki gencin arasını açar. Sonunda gerçek anlaşılır. İki gencin kavuşmasına İsmet’ in dadısı Gülnihal yardım etmiştir.

ZAVALLI ÇOCUK – Namık Kemal- oyun

Şefika, babası Halil Bey’ in öksüz bir akrabası olduğu için yanına aldığı Ata ile birlikte büyümüştür. Bir süre sonra zengin bir paşa ile evlendirilen Şefika, gönlü Ata’ da olduğu için bu acıya dayanamaz ve hastalanır. Kısa süre içerisinde verem, Şefika’ yı ölümün eşiğine getirir. Okuldan izinli gelen tıbbiye öğrencisi Ata, Şefika’ nın ölmek üzere olduğunu görünce, eczaneden aldığı zehri içer, ikisi birlikte ölürler.

AKİF BEY- Namık Kemal – oyun

Bir deniz subayı olan Akif, Dilruba adında ahlak yönü zayıf bir kadınla evlenir. Dilruba kocasının Sinop muhaberesinde öldüğünü yalancı tanıklarla kanıtlar ve başka biriyle evlenir. Durumu öğrenen Akif, kadını hemen boşar. Öç almak amacıyla kadının evine gider ve Dilruba’nın yeni kocasıyla çatışır. İkisi de ölür. Akif’in babası da Dilruba’yı öldürür.

ŞAİR EVLENMESİ – İbrahim Şinasi Efendi- oyun

Türk tiyatrosunun basılı ilk metni olan bir perdelik komedide şair Müştak Bey, sevgilisi Kumru Hanım yerine onun çirkin ablası ile nikâhlanır. Şiar gerdek gecesi işi anlar. Nikâhı kıyan imam Ebüllaklaka’ ya rüşvet vererek, durum düzeltilir. İmam yaşça büyük olan kızı değil, boyca büyük olan kızı nikâhladığını söyler ve durum düzelir.

SERGÜZEŞT (1889) (roman)Sami Paşazade Sezai

Samipaşazade Sezai'nin Sergüzeşt romanı, Türk romancılığında yeni bir akımın öncüsü gibidir. Yöresel gerçeklerden kaynaklanarak evrensele açılan bir nitelik taşır. Toplumcu bir gözlemle köleliğin tüm acılarını Dilberle birlikte bize de çektirir. Dilber Kafkasya'dan kaçırılarak, İstanbul’a getirilen dokuz yaşlarında güzel bir Çerkez kızıdır. Esirci Hacı Ömer, Dilber'i emekli bir mutasarrıfın evine satar. Evin hanımı acımasızdır. Kızı ezdikçe ezer. Dilber gücünün üstünde çalışır, böyleyken hanıma yaranamaz, kaçar. İhtiyar bir kadın onu sokakta baygın bulur; sahibine teslim eder. Dilber, bir başka esirciye satılır. Kızı satın alan esirci Dilber'in güzelliğini görünce hemen satışa çıkarmaz. Çalgı çalmasını, şarkı söylemesini öğretir. On beş yaşlarına gelen Dilber'i bir hanımefendi oğlu için satın alır. Oğlu Celal, Paris'te Güzel Sanatlar Akademisi'nde ünlü ressam Jerome'nin atölyesinde çalışmıştır. Dilber'i beğendiği için, onu çeşitli kıyafetlere sokarak resimlerini yapar Kızı sevdiğini Dilber'in de onu sevdiğini anlamaktadır. Dilber'le evlenmeyi düşünür. Annesi karşı çıkar. Dilber, onun dengi olamaz. O zengin, Dilber'se fakir bir esir, bir köledir. Celal'in annesi Dilber'i gizlice bir esirciye sattırır. Celal, deliye döner. Geçirdiği sarsıntı yüzünden yataklara düşer. Kendini toparlayamaz. Delirir. Annesi, yaptığı yanlışlığı anlamış, lakin iş işten geçmiştir. Dilber'se Mısır’a bir başka tüccara satılmıştır. Tüccarların Elhamra sarayına yaptırdığı harem kısmında öbür kızlarla birlikte yasamağa başlar. Hüzünlü hali herkesin yüreğine dokunmaktadır. Haremağası Cevher Ağa onu öteden beri gözaltında bulundurarak bir gün sırrını öğrenir. Cevher Ağa da Dilber'i sevmektedir. Onu İstanbul’a göndermeyi aklına koyar. Uzun zaman uğraşa uğraşa bu düşüncesini uygular. Vapur biletlerini alır. Harem dairesine karanlık bir gece dışarıdan merdiven dayayarak Dilber'i kaçırmak ister, ihtiyar olduğu için heyecandan merdivenden düşer ölür. Son desteğini de böylece kaybeden Dilber, ne yapacağını şaşırır; çaresizlik içinde, kendini Nil zehrine atarak, yaşamına son verir.

FELATUN BEY ile RAKIM EFENDİ (roman)Ahmet Mithat Efendi

Mustafa Meraki alafrangalık meraklısıdır. Biri kız, biri erkek iki çocuğu vardır. Bunları çok şık giydirir, fakat öğrenimlerine o kadar önem vermez. Oğlu Felatun Bey büyüyünce kalemlerden birine memur olur, fakat işe gidecek yerde vaktinin çoğunu eğlence yerlerinde,
ahbapları ziyaretle filan geçirir. Babası ölünce payına on altı bin liralık bir miras düşer. Polini adli bir aktriste âşık olur. Sonunda âşık olduğu aktris uğrunda bütün servetini tükettiği gibi bin beş yüz lira da borca girer, tanıdıklarından birinin yardımıyla Akdeniz adalarından birinde bir mutasarrıflık elde ederek İstanbul’dan uzaklaşır. Rakım Efendi ise eski Tophane kavaslarından birinin oğludur. Daha bir yaşında iken babası ölmüştür. Annesiyle Arap dayısı Fadayi'nin çalışmaları sayesinde öğrenimini tamamlar; hariciye kalemlerinden birine memur olur, buraya önce parasız, sonra da ufak bir aylıkla gidip gelir. Fransızca öğrenir, bir matbaacıya kitap çevirir, yabancılara Türkçe dersi verir, böylece epey para kazanır ve Canan adlı küçük bir cariyeyi satın alarak ona okuma yazma öğretir, piyano dersi aldırır. Sonunda, iyice yetişmiş bulunan Canan ile evlenir.

KARABİBİK (1890) (roman)Nabizade Nazım

Karabibik; Türk Edebiyatı’nın il k gerçekçi uzun hikâyesidir. Toplumcu tutumuyla günümüz hikâyeciliğine yaklaşır. Toprak sorunu, geçim derdi, insanın doğayla pençeleşmesi, yöresel gözlemle Anadolu gerçeklerimizi yansıtan ilk bilinçli hikâye olarak “Karabibik" öncelik kazanır. Antalya’nın Kaş ilçesine bağlı Beyelik köyünde yaşamaktadır. Karabibik. Sekiz dönümlük tarlasında yaşamını sürdürmek zorundadır. Tarlasını sürmek için Koca İmam’ın öküzlerini kiralar. Kızı Huri'yi Koca İmam’ın kayınçosu Sarı İsmail'le evlendirebilse öküzleri
Kiralamaktan kurtulacaktır. Sarı İsmail başka bir kızla evlenince bu umudu suya düşer. Tefeci bir Rum'dan yüksek faizle borçlanarak, bir çift öküz alır. Tarlası, öküzleri olduğu için nasıl olsa kızına bir kısmet çıkacaktır. Ve çıkar. Kavgalı olduğu toprak ağası Yosturoğlu'nun yeğeni Hüsey’in sevmekte olduğu Huri ile evlenince, Karabibik, bu mutluluktan payını alır.

ZEHRA (1896) (roman)Nabizade Nazım

Nabizade Nazım; "Karabibik" uzun hikâyesinden altı yıl sonra yayınladığı "Zehra" ile Tanzimat romancılığımızın töresel gerçekçiliğinde etkin bir aşamayı vurgular. Bilinçli realizm natüralizm akımını uygulamaya Çalışır. Namık Kemal romantizminden uzaklaşma çabasını başarıyla sürdürür. Tazimatla Servet-i Fünun arasındaki Türk aile yaşamının günlük izlenimlerini, İstanbul Beyoğlu serüvenlerini, günden güne sefalete sürüklenen bir insanin psikolojik dünyasını Suphi'yle birlikte yaşarız. Zehra, zengin bir tüccarın kızıdır. Öksüz büyümüştür, kıskançtır. Babasının kâtibi Suphi'yle evlidir. Kocasını gözünden bile kıskanırken, bir de onun evdeki güzel cariye Hüsnücemal'i sevdiğini öğrenmesi, Zehra’yı çileden çıkarır. Cariyeyi evden kovar. Zehra’nın sinirli halinden yılmış olan Suphi karısını sevdiğihalde, Hüsnücemal'e aşık olduğunu iyice anlayarak boşanmayı göze alır, cariyesiyle evlenir. Yeşilköy’de bir eve taşınır, Zehra’yı yüzüstü bırakır. Hüsnücemal'den öç almak isteyen Zehra, Suphi'yi ondan soğutmak çaresi arar. Ürani adında çok güzel bir Rum yosmasını bir aracı kadın aracılığıyla Suphi'ye tanıştırır. Ürani, Suphi'yi işveyle, nazla kendine bağlar. Başka erkeklere bakıp kıskandırarak ilgisini sürdürmekle kalmaz, çılgına çevirir. Suphi artık ne Hüsnücemal'e ne de Zehra’nın babasından kalan ticarethaneye uğrar. Hüsnücemal çocuğunu düşürür, intihar eder. Öte yandan Zehra Suphi'nin katibi Muhsin'le evlenmiş, ticarethanenin yönetimi ona geçmiştir. Suphi, git gide parasız kalır. Ürani onu küçümsemeye başlar. Sonra bir gün artık işe yaramaz bulup atar. Suphi beş parasız, bekâr kalınca sokaklara düşer. Gidip tulumbacı yazılır. Bir gün iyice sarhoş olup Ürani'yi yeni dostuyla birlikte öldürür. Mahkeme, delil yetersizliğinden Suphi'yi beraat ettirirse de, böyle bir serserinin, İstanbul’da kalmasını doğru bulmayarak Trablusgarp'a sürülür. Zehra’nın hala sevmekte olduğu Suphi'nin başına kıskançlık belasıyla açtığı dertlerden çok acı çeker. Suphi'nin kimsesiz kalan annesini sokakta ölmüş görünce, vicdan azabından yataklara düşer. Bir daha kendine gelemez ölür.


ARABA SEVDASI (1896) (roman)Recaizade Mahmut Ekrem

Realizmin etkisiyle yazılmıştır ve Batı hayranlığı yolunda düşülen garip durumları eleştirir. Namık Kemal'in "İntibah", Ahmet Mithat Efendi'nin "Felatun Bey ile Rakım Efendi"den sonra, üzerinde en çok durulması gereken üçüncü Tanzimat romanıdır. Recaizade’nin otuz yaşlarında yazdığı. Kırk dokuz yaşında yayımladığı bu roman; İstanbul’un renkli karakterlerini, eğlencelerini mesire yerlerini, alafrangalığa özenen züppeleri, özellikle Abdülhamit döneminin paşazadelerini, zevk özelliklerini gerçekçi bir gözlemle yansıtmaya çalışır. Yaşam izlenimlerinden çıkarılmış gibidir. "Şemşa" ile "Muhsin Bey" uzun hikayelerinden sonraki ustalığını gösterir. Romantizmden realizme geçen ilk romanımız sayılır. Yöresel, yergisel, töresel yanları ağır basar. Yirmi dört yaşlarına gelen Bihruz Bey, zengin bir ailenin şımarık çocuğudur. Evde, özel öğretmenlerden yarım yamalak bir öğrenim görmüş, alafranga özentiler içerisindedir. Babasının ölümü üzerine kendisine büyük bir servet kalır. Züppece bir yaşam tutturur. Şımarıklığı, sorumsuzluğu, herkesten daha şık giyinmek, az buçuk bildiği Fransızcasını olur olmaz yerlerde kullanmak tutkusu artar. Çalıştığı kaleme zaman buldukça uğramaktadır. En büyük zevki, zamanın modasına uyarak, son derece gösterişli arabasıyla mesireleri, eğlence yerlerini dolaşmaktır. Bir gün Çamlıca sırtlarında dolaşırken, güzel bir araba içinde sarışın bir kız görür. Hemen âşık olur. Sarışının zannettigi kira arabasına gizlice bir aşk mektubu atar. Yüksek bir aileden sandığı sarışın ise, adi bir sokak yosmasıdır. Periveş adındaki bu düşkün kadına şiirler yazar, geçebileceği yerlerde dolaşır, bulamaz. Yazdığı mektuba cevap beklerken, yalan söylemekten hoşlanan arkadaşı Keşfi Bey'den Periveş'in öldüğü haberini alır. Mezarını bulabilmek için çırpınıp durduğu bir gün sevdiği kızla Şehzadebaşı'nda karsılaşır. Sevgilisinin ablası zanneder. Periveş'in mezarını sorar. Alaylı kahkahalarla karsılaşınca sevdiğinin düşkün bir kadın olduğunu anlar.

FiNTEN (tiyatro)Abdülhak Hamit Tarhan

Finten, Mis Kros adlı Kanadalı zengin bir kadındır. Kendisi evli olduğundan sevdiği bir lorda evlenmek kocasını ortadan kaldırmak üzere Davalaciro'yu kullanır. Davalaciro, Finten'i derin bir hırsla sevmektedir. Davalaciro, zaten bu sevda yüzünden Finten'in kocasını öldürdüğü gibi bir kıskançlık buhranıyla Finten'den olan çocuğunu da öldürür. Bunun üzerine Fitnen de onu öldürür. Hamit, içinde manzum kısımlar bulunan bu piyesi Londra'da yazmış, bazı parçalarını
Servet-i Fünun'da neşrettirebilmiş ise de eserin tamamı ancak 1917'de çıkmıştır.

EŞBER (tiyatro)Abdülhak Hamit Tarhan


Eşber, Hindistan'da Keşmir hükümdarıdır. Büyük İskender,
Hindistan’ı zapt etmeğe başladığı zaman, Eşber kendi askerinin azlığına bakmadan karşı koymak ister. Kız kardeşi ve hükümdarlıkta ortağı olan Sumru, İskender’i sevdiği için, kardeşini bu fikirden caydırmağa çalışır. Eserin yüksek kahramanlık fikirlerinden ve vatanına hıyanet etmiş görünen kız kardeşini öldürmesi noktalarından bu eserle Fransız şairi Comeille'in Horace piyesi arasında benzerlik noktaları bulanlar vardır.


AŞK-I MEMNU (roman)Halit Ziya Uşaklıgil

Bu eserde, Adnan Bey'in kırk beş yaşında olmasına ve biri kız öteki erkek iki küçük çocuğu bulunmasına rağmen ikinci bir izdivaç yapmasıyla işlediği hatanın hikâyesi anlatılır. Adnan Bey'in bu yeni evlendiği genç ve güzel karısı Bihter, İstanbul’un meşhur simalarından Firdevs Hanım’ın kızıdır ve Adnan Bey'e sırf zenginliğinin hatırı için verilmiştir. Fakat bu zenginlik onun ihtiyaçlarını gidermiyor, sürekli Adnan Bey'in yalısında bulunan Behlül isimli genç ve macera arayan bir yeğen vardır; bu yeğen, yengesinin kalbinde "memnu(yasak) bir aşk" uyandırır. Fakat Behlül bundan çabuk bıkarak gene 'eski hayatına döner, bu maceracı hayattan da bıkınca Adnan Bey'in kızı olan Nihal’i sever, onunla evlenmek üzere hazırlanırken Bihter'in aşkını müdafaa için aldığı vaziyet üzerine bu macera duyulur. Bihter intihar eder, Behlül kaçar; Nihal de, eskisi gibi, o kadın gelmeden önce olduğu gibi babasıyla mesut olmağa çalışır.

MAİ ve SİYAH (1897) (roman)Halit Ziya Uşaklıgil

Halit Ziya Uşaklıgil; "Mai ve Siyah" romanıyla Edebiyat-i Cedide'nin şair idealini, o zamanki basın ve sanat dünyamızı yansıtmaya çalışır. Romanın kahramanı Ahmet Cemil'le birlikte, o dönemin edebiyat alemine girer; eski yeni kavgalarını, özelliklerle çekişmeleri, hayallerle günlük yasayışları, aşırı duygusalIıklarla karamsar ruh çözümlemelerini artistik anlatımın büyülü atmosferinde yaşarız. Ahmet Cemil Mekteb-i Mülkiye'nin son sınıfına geçeceği yıl babasını kaybeder. Şiire düşkündür. Fransızcayı iyi bilir. Annesiyle kız kardeşini geçindirmek için çalışmak zorunda kalır. Edebiyatımıza yeni bir yön verebilmekten başka bir tutkusu yoktur. Tepebaşı Bahçesi'nde edebiyatçı arkadaşlarıyla otururken, uzaktan mavi elmas yağmurunu andıran yıldızlara karşı, Ahmet Cemil geleceğin büyük bir şairi olacağını, zengin bir ailenin çocuğu olan okul arkadaşı Hüseyin Nazmi'nin kız kardeşi Lamia'yla evleneceğini düşünür. Ne zamandan beri onu sevmekte, sevgisini bir türlü ona açamamaktadır. Yoksulluklar içinde kıvranır. Okulu bitirmiştir. Ders vermek için evlerine gittiği çocukların şımarıklıkları çekilmez olur. Polisiye romanlar çevirdiği kitapçılar, onu acımazsızca sömürürler. Mirat-i Şüun gazetesine girince, yaşamı biraz düzelir. Gazete sahibinin oğlu Vehbi Ahmet Cemil'in kız kardeşi İkbal’le evlenir. İçkici, küstah, alçak bir heriftir. Karisi İkbal hamile olduğu halde, karısının durumunu düşünmeden öyle bir tekme atar ki çocuğunu düşürür. Ahmet Cemil, annesinin yüzükleriyle küpelerini Emniyet Sandığı’na rehin olarak verirse de, kız kardeşini kurtaramaz. Hüseyin Nazmi, dışişlerinde görev alır. Ahmet Cemil, onu ziyarete gittiği gün Lamia’nın bir başkasıyla evlenmek üzere olduğunu duyar. Sevgisini itirafa hazırlanırken; yoksulluğun, işsizliğin çaresizliğiyle kıvranır, vazgeçer. Ömrünü verdiği şiirlerini yakar. İstanbul’dan kaçacaktır artık. İçişleri Bakanlığına başvurur, bir uzak ilçeye kaymakam olarak atanır. Biricik annesini yanına alarak vapura biner. Gece karanlığında son defa İstanbul’u mavi hayaller kurduğu Tepebaşı Bahçesi'ni seyretmek ister. Simsiyahtır artık dünya.

KIRIK HAYATLAR (roman)Halit Ziya Uşaklıgil

Ömer Behiç evine ve çocuklarına bağlı bir doktordur. Zamanın kibar geçinen bozuk ailelerinden birinin küçük kızı Neyir, doktoru kötü yola düşürür. Karısı ile bu suç arasında safdilane boğuşan bu doktor, nihayet çocuklarından birinin ölümünü kendisi için manevi bir hatırlatma ve uyandırma vesilesi sayarak bu suçlu bağı kırar.


EYLÜL (1901) (roman)Mehmet Rauf

Eylül; edebiyat tarihimizin tanıdığı ilk psikolojik roman olmanın önemini taşır. Yalın bir konu içerisinde gelir. Süreyya ile Suat birbirlerini severek evlenmişlerdir. Necip ise bu karı kocanın mutluluğuna hayran bir aile dostudur. Zamanla Necip'le Suat’ın dostlukları aşka dönüşür. Süreyya her gün balığa çıkmakta; Bogaziçindeki güzel kiralık yalıda Necip’le Suat sık sık yalnız kalmaktadırlar. Arkadaşlıkları dostlukları pek öteye geçmez. Gözleriyle severler birbirlerini, Suat piyano çalmakta; Necip dinlemekte, tatlı tatlı söyleşmekte olmalarına karşın, dedikodular çıkar. Necip yalıya gitmeyi seyrekleştirir. Tifodan yatağa düşer. Sayıklamalar sırasında sevdiği kadının eldiveninin tekini çaldığını ağzından kaçırır; bunu duyan Suat, eldivenin öbür tekini verince, gizli aşkları açığa vurulmuş olur. Kış gelince konağa taşınırlar. Konakta yangın çıkar. Suat’ın kurtuluşu olanaksızdır; Necip onu kurtarabilmek için kendisini ateşe atar, birlikte yanarlar.

GULYABANİ (roman)Hüseyin Rahmi Gürpınar

Kış geceleri çocuklara masal anlatan altmışını geçmiş Muhsine Hanım, bir gece, kendi anıları arasında yer alan Gulyabani'yi anlatır. Genç yaşında kimsesiz kalan Muhsine, evlendirildiği sarhoş kocasının kötülüklerinden kaçarak Üsküdar’da, Bulgurlu'dan ötede, cinleri, perileri ile tanınmış bir çiftliğe kapanır. Çiftlik evinde Çesmifelek Kalfa ile Ruşen Dadı adında bir zenci asçıdan başka, bir de delirdiği söylenen kendisine gösterilmeyen, Hanımefendi vardır. Muhsine'ye odası gösterilir, perilere karşı nasıl davranacağı öğretilir. Muhsine, odasında yalnız başına, il k geceyi anlatılmaz korkular içinde geçirmiş dışarıdan gelen horoz ötüşleri, ördek vakvakları, davul zurna sesleri ve buna benzer gürültüler arasında öğrendiklerini uygulamış, sonra bayılmıştır. Ertesi gün çiftlikten ayrılmak için giriştiği çabalar boşa çıkar. Artık her gün aklının ermediği başka başka olaylarla karşılaşır. Muhsine şaşırmıştır. Sonra bunun, yardım isteyen Hanımefendi olduğunu ve arada gelen minare boylu bir zebani (Gulyabani) tarafından çıldırtılmış olduğunu anlar. Başka bir akşam, yattıktan sonra Muhsine'nin odasından yüklükten saz sesleri gelir; biraz sonra da çiftlik isçilerinden Hasan'ın perisi çıkarak ona aşk ilan eder; sabaha karşı yok olur. Ertesi gün Muhsine, kendi perisinin de, Hasan'a aşk ilan ettiğini öğrenir. Böylece Hasan ve Muhsine birbirlerinin olmak için sözleşirler. Hasan, bir toplantı akşamından sonra Muhsine'yi yoklamaya geldiği sırada, çiftlik sahibi Sevki Efendi'nin perisi de çıkagelir. Boğuşmadan sonra, içeriye giren başka periler tarafından Hasan götürülür. Ertesi gün Hasan’ın öldüğü haber verilince Muhsine çılgına dönerek Hasan'la ilgisini açıklar. Çiftlikteki kadınları bir korku almıştır. Geceyi Hanımefendinin yanında geçirmeye karar verilir. Gece, Hanımefendi’nin odasının altında dört defa baykuş öter. Bu hepsinin öleceğine işaretti. Depreme benzer bir sarsıntı olur ve sonunda, düdük ve trampet arasında servi ve kavakla aynı boyda Gulyabani çıkagelir. Bahçede omuzlarında tüfekleriyle bir sürü tüylü peri de ortaya çıkmıştır. Muhsine artık, ölümü göze alarak pencereden her şeyi izlemekte, Gulyabani'nin korkutucu bağırtılarına cesaretle karşı koymaktadır. Biraz sonra Gulyabani, üçüncü katta olan odanın penceresinden sırığını içeri sokup bütün eşyayı ortaya döker. Ruşen ile Çesmifelek sırığı tutar, yalvarır, bağırışlar. Sonunda çiftliğin bahçe kapısından silahlı ve meşaleli köylüler girip perileri yakarlar. Aralarında Hasan da vardır. Gulyabani çaresiz teslim olur; soydukları zaman bunun çiftlik kâhyası Zekeriya Efendi, öteki peri kılığındakilerin de çiftlikte çalışanlar olduğu anlaşılır. Hasan, okuma yazması olan şehirli bir gençtir; köşkün esrarını çözmek amacıyla çiftliğe isçi olarak girmiş; odadaki boğuşmadan sonra götürülürken kaçmış, köylüyü toplayarak gerçeği ortaya çıkarmıştır. Çiftlikteki bu düzen de, iki yeğen tarafından, deli raporu aldıkları halalarının mal ve parasını istedikleri gibi harcamak amacıyla düzenlenmiştir. Son olaydan her şeyi öğrenen Hanımefendi, Hasan'a para ve mal verir; onu çiftliğine kâhya yaparak Muhsine ile evlendirir.

ŞIPSEVDİ (1909) (roman)Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar; bu romanında körü körüne Doğu ile Batı’ya bağlananları eleştirir. Romanın asıl adı: "Alafranga”dır. İstibdat çağının sansürü yüzünden adı değiştirilmiş, Paris'te öğrenim gören Meftun Bey, alafrangalık budalası, züppe bir tiptir. İstanbul’a dönünce, babadan kalma Erenköy'deki köşke yerleşir. Fransa'daki yaşamını sürdürmeye, köşk halkına alafrangalık dersleri vermeye kalkışır. Zengin yaşamını daha da zenginleştirebilmek için köşk komşusu Kasıkçılar Kethüdası Kasım Efendi'nin kızı Edibe Hanım’la evlenmeyi kafasına koyar. Kasım Efendi ise, son derece pinti, mutaassıp alaturka bir adamdır. Bu adamın oğlu Mahir de, Meftun'un kız kardeşi Lebile’yi sevmektedir sonunda evlenirler. Meftun da, kendisine piyangodan büyük ikramiye çıktığını yayarak Ebide Hanım’la evlenmenin yolunu bulmuştur. Pinti ihtiyar baba, kızıyla oğlunun geçimini Meftun'a yüklemekte kalmaz, hem oğlunu evlatlıktan reddeder, hem kızını zorla Meftun'dan ayırır. Sonunda Meftun Paris'e kaçar. Mahir yaşamına kendi eliyle son verir. Edibe, yabancı erkeklerle düşüp kalkmaya başlar. Bunları öğrenen Kasım Efendi'ye felç gelir. Lebile ise, Mahir'den olan çocuğuyla ortalarda kalır.




MÜREBBİYE (roman)Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dehri Efendi, altmış beş, yetmiş yaşlarında zengin biridir. Ölen karısından biri kız diğeri erkek iki; odalığından da gene biri kız diğeri oğlan iki; küçük çocuğu vardır. Bu iki küçük çocuk için, Anjel isminde Paris'ten İstanbul’a gelmiş ahlakı düşük bir ecnebi kadını mürebbiye
olarak alır. Kadın yalıda, Dehri Efendinin büyük oğlu Şemi'yi, Dehri Efendi'nin on sekiz yirmi yaş küçüğü olan "Amca Beyi", Dehri Efendi'nin kızı Melahat’ın kocası Sadri'yi paralarından yararlanmak için" baştan çıkarır, ve bu üçünü yalı içinde büyük bir ustalıkla idareye muvaffak olur. Sonunda, kıskançlığı fena halde ayaklanan Şem'i bir gece amcasıyla eniştesinin planları ile mürebbiyenin odasına hücum eder ve öldürmek için aradığı rakibini bulmak için açtığı bir dolapta babasıyla karşı karşıya gelir.


ŞIK (roman)Hüseyin Rahmi Gürpınar

Doğuştan aptal denecek kadar saf olan Satırzade Şöhret Bey alafrangalığa özenir. Madam Potiş isminde ahlak bakımından düşkün bir kadına rastlar. Onunla birkaç gün daha yasayabilmek için "İstanbul’da bir eşi daha bulunmaz cerbezede ve kadınlarca eli bayraklı tabir edilen derecenin pek üstünde edepsiz bir kadın olan" annesinin küpelerini çalıp satar ve metresiyle bir lokantada yemek yemeye giderken yanlarına modaya uygun olmak için bir de köpek alırlar. Köpek, başlarına türlü bela getirir. Sokakta öteki sokak köpekleri bunlara hücum eder, iki sarhoş Ermeni külhanbeyi kendi şiveleriyle bunun hakkında iddiaya girişip kavgaya başlarlar. Gittikleri lokantayı köpek altüst eder. Şöhret Bey cebindeki bütün para ile bu ziyanı ödemek mecburiyetinde kalır. Madam Potis'i de eski tanıdığı bir serseri götürür. Geceleyin Madam Potis'in kiracı olduğu eve gidip onu arayan Şöhret’in başına bir çuval kömür tozu dökerler. Bu halde dolaşırken arkadaşı Maşuk Bey'e rastlayarak onun evindeki eğlenceye gider. Orada da şıklık ve alafrangalık merakını gülünç bir şekilde dışarı vuracak hareketlerde, münakaşalarda bulunur; Fransızca uydurma manzumeler okur, kan zayıflığının sülükle tedavisi hakkında uydurma nazariyelerden dem vurur. Anlattığı saçmalıklardan sonra kapı dışarı edilirken arkadaşlarının bazı kıymetli eşyalarıyla paralarını da alır. Bir iki gün sonra da Tepebaşı bahçesinde gene gülünç bazı sahnelerden sonra polisin eline düşer.

HANDAN (roman)Halide Edip Adıvar

Kuzgunculuk tepesindeki büyük evde, Cemal Bey'in iki kızı ve karısının yeğeni Neriman ve üvey kızları Handan yetiştirilmiş, alafranga eğitim görmüşlerdir. Handan, Hüsnü Paşa adlı bir hariciyeciyle evlenmiş, Avrupa'da yasamaktadır. Neriman, Refik Cemal adında biriyle evlenir. Refik Cemal, bir süre sonra, Abdülhamit'e karşı olduğu sezildiği için, Avrupa'ya sürülür. İkisi, mektuplaşırlar. Neriman her haliyle Handan’ın etkisinde ve onun özlemini çektiği için; kocasına hep ondan söz açar. Karşılıklı mektupların konusu hep Handan olmuştur. Nazım, Abdülhamit’e karşı, yurtsever bir gençtir. Handan’la yakından ilgilenmiş, ortak çalışmaları ikisi arasında duygu birliği, bir yakınlık meydana getirmiştir. Ama Handan, her yönden beğendiği Nazım’dan, evlenme teklifi almış olmasına rağmen, evlenme amacından öte sıcak bir ask bulamadığı düşüncesiyle, ikinci isteyeni Hüsnü Paşa’yla evlenmiştir. Bunları daha önce, Handan’ın Neriman'a yazdığı mektuplardan öğreniyoruz. Handan, Hüsnü Paşa ile bu duygu içinde evlenir, fakat pek umduğunu bulamaz; mutlu olamaz. Nazım bir daha gözükmemiştir. Ancak bir süre sonra Avrupa'ya kaçarken yakalanıp Fizan'a sürülmek üzere iken hapishanede kendini boğduğu; cebinden, Handan'a yazılmış iki mektup çıktığı öğrenilir. Bu olaydan sonra Handan büyük bir vicdan azabı içinde kıvranır, sonunda kocası tarafından Avrupa'ya götürülür; içine dönük bir yasayışa koyulur. Hüsnü Paşa ise, çapkınlıklar peşindedir, hiç bir zaman Handan'a bağlı kalmaz; zaman zaman hırçınlaşır, ondan uzaklaşır. Handan’ın ruhunu yalnızlık kaplamış; gerektiğinde kendi değerini umursamaz görünmüştür, ama, yine de Hüsnü Paşa’yı kendisine bağlayamamıştır. Handan’ı bu durumda yalnız bırakmayan biri vardır: Refik Cemal Refik Cemal de, karısı Neriman’ın boş bıraktığı düşünce yönünü Handan'la tamamlamaktadır. Hüsnü Paşa’nın dönmeyişi Handan’ı yatağa düşürür; çok geçmeden Handan menenjit olur. Refik Cemal onun başındadır; Handan’ın geçirdiği bunalımı anlatır: İyi bir bakim sonucunda menenjit atlatılır. Fakat bu kez Handan, hafızasını kaybetmiştir. Refik Cemal'le Fransa'ya, oradan hava değişimi için İtalya’ya gider Anılar yerine gelmeye başlamıştır, ama geçmişteki her şeyi Refik Cemal'le ilgili olarak hatırlar. Refik Cemal'in uzun bir süre Handan'la bağlantısı aşka dönmüştür. Handan'da, bütün geçmişi geri dönünce, yeniden bunalımlar başlar, çok geçmeden Handan ölür. Cenazesi İstanbul’a getirilir. Handan’ı bütün sevenler, tanıyanlar onun başındadır.


ATEŞTEN GÖMLEK (roman)Halide Edip Adıvar

İzmir’in işgali sırasında kocası ve çocuğu Yunanlılar tarafından öldürülen Ayşe, bir İtalyan ailenin yanına sığınarak, İstanbul’a, akrabası Peyami'nin yanına gider. Ulusal coşku içinde çalkanan İstanbul’da protesto mitingleri yapılmaktadır. Ayşe, Peyami ve Peyami'nin arkadaşı Binbaşı İhsan, Kuva-yi Milliye'ye katılmak üzere Anadolu'ya geçerler. Peyami ile ihsan, hastabakıcılık yapan hemşire Ayşe’yi içten içe sevmeğe başlamışlardır. Bu aşk, her ikisi için de bir "ateşten gömlek" olmuştur. Anası babası Yunanlılar tarafından öldürülen köylü kızı Kezban da, karşılık görmeyen bir aşkla İhsan’ı sevmekte ve Ayşe’yi kıskanmaktadır. Savaşta ihsan ile hemşire Ayşe ölür; bacaklarından ve başından yaralanan Peyami de, Ankara'da Cebeci hastanesinde ölür.


SİNEKLİ BAKKAL (roman)Halide Edip Adıvar

Abdülhamit devrinde, Sineklibakkal mahallesinin imamının kızı Emine, aynı mahallede bakkallık yapan karagözcü ve ortaoyuncu Tevfik ile babası istemediği halde, evlenir. Tevfik, ortaoyununda "zenne" (kadın) rolüne çıktığı için "Kız Tevfik" diye anılmaktadır. İmam çok bağnaz bir adamdır. Onun eğitimi ile yetişmiş bulunan Emine kocasıyla geçinemeyerek yine babasının evine döner. Tevfik, İstanbul’un ünlü bir sanatçısı olur. Bir gün oyunda karısının taklidini yaptığı için İstanbul’dan sürülür. Emine'nin Tevfik'ten bir kızı olur, adını Rabia koyarlar. İmam, Rabia’yı da din eğitimi ile yetiştirir, hafız yapar. Abdülhamit’in Zaptiye Naz'in Selim Paşa ile karısı Sabiha Hanım tarafından korunmaktadır. Olağanüstü güzel bir sesi olan kıza, aynı konağa gidip gelen Mevlevi şeyhi Vehbi Dede alaturka musiki dersi verir. Paşanın oğlu Hilmi'ye piyano dersi vermek için konağa gelip giden İtalyalı piyanist Peregrini, kızın sesine hayran olur. Ünü bütün İstanbul’u tutan Rabia, Kuran ve Mevlit okumak için cami cami dolaşmakta ve bütün kazancını İmam’a vermektedir. Günün birinde kızın babası Tevfik sürgünden döner, Sineklibakkal'daki eski bakkal dükkânını yeniden açar. Rabia da dedesinden ayrılır, babasıyla oturmaya başlar. Kızın sanatına hayran olan Vehbi Dede ve Peregrini, Tevfik'in evine gidip gelmeye başlarlar. Rabia, Kuran’ı, hele Mevlit'i öylesine üstün bir sanatla okumaktadır ki, Doğu musikisinde adeta bir çığır açmıştır. Bu yıllarda Türkiye'de "Genç Türkler," Abdülhamit'in istibdadını kaldırmak için gizli gizili çalışmaktadırlar. Ortaoyununda zenne rolüne çıkan Tevfik, bir gün kadın kılığına girip, Genç Türklerin Avrupa'dan gelen ihtilalci gazetelerini Fransız postanesinden alırken yakalanır. İş meydana çıkınca, Hilmi ile Tevfik Şam'a ötekiler de Yemen'e ve Fizan'a sürülür. Yalnız kalan Rabia’yı sevmeye başlayan Peregrini, o günlerde ölen annesinden kalan serveti alarak İstanbul’a yerleşir, Müslüman olur, Osman adını alara Rabia ile evlenir. Bu yıllarda imam da ölür; Rabia kendi çevresinden ayrılmak istemez, İmam'dan kalan eve yerleşirler. Abdülhamit'e tam bir görev duygusuyla bağlı bulunan ve padişah aleyhinde çalışanlara türlü işkenceler ettirmekten çekinmeyen Selim Paşa, kendi oğlunu da sürdükten sonra, yavaş yavaş değişmeye başlar. Babalık ve insanlık duyguları uyanır, görevinden ayrılır. Meşrutiyet ilan edilince Tevfik sürgünden döner; Rabia’nın bir çocuğu olmuştur; Sineklibakkal'da yine eski mutlu hayat başlamıştır.

KİRALIK KONAK (roman) Yakup Kadri Karaosmanoğlu

1908 Meşrutiyet yılları, büyük konağın en yaşlısı Naim Efendi, İkinci Abdülhamit dönemi ileri gelenlerindendir; emekliye ayrılmıştır; temiz, titiz, dürüst ve Tanzimat efendisidir. İyi bir ev kadını olan Nefise Hanımın ölümü üzerine konağın düzeni bozulmuş, kızı Sakine Hanım işleri yönetemeyince her şey onun kocası Servet Beyin alafranga isteklerine bırakılmıştır. Bunların yirmi beş yaşlarındaki oğulları Cemal, Beyoğlu’nun eğlencelerinden ayrılmayan bir öğrenci; kızları Seniha ise, "Asır sonu yeni bir nevi içtimai örnek", alaycı, şuh, tutumsuz, Avrupa delisi bir genç kızdır; Faik Bey adında, konağın devamlısı Batılı kafada bir salon genci ile arkadaşlık eder. Seniha’yı için için seven Hakkı Celis ise, Naim Efendi'nin kız kardeşinin torunudur; Seniha’nın alaylarıyla karşılanır. Şair ruhludur. Konakta sık sık toplantılar, eğlenceler düzenlenir. Çok geçmeden Naim Efendi'nin mallarının büyük bir bölümü elden çıkar. Kanlıca'daki yalı kiraya verilir, borçlanmalar başlar. Naim Efendi, olan biten karşısında sessiz, ama şaşkındır. Bir süre sonra Seniha, küçüklüğünden beri özlemini çektiği Avrupa'ya kaçar arkasından da Faik Bey’i sürükler. Servet Bey, öteden beri sıkıldığı konaktan ve Naim Efendi'den, bir apartman dairesi kiralayarak ayrılır. Naim Efendi, davranışlarını beğenmediği halde, Seniha’yı çok sevmekte, ayrılığına dayanamamaktadır. Konak boşalıp para sıkıntısı da başlayınca, hastalanır; onu avutan tek anlaştığı kişi Hakkı Celis'tir. Konak için kiracı aranmaya başlanır ama, bir türlü bulunamaz. Sonunda, Seniha Avrupa'dan döner; yine de zengin biriyle evlenme dileğindedir. 'Naim Efendi, Seniha'yla, her ikisi de çok istedikleri halde, kırıldığı için görüşmeyi kabul etmez. Hakki Celis asker olur. Çanakkale Savaşı'nda şehit düşer.


NUR BABA (roman) Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Nur Baba, bir Bektaşi şeyhidir. Kara sakallı, güzel sesli, zevk ve şehvet düşkünü bir adamdır. Gözlerinde ve sesinde kadınları büyüleyen bir güç vardır. Çıkarlarıyla zevklerini birleştirmesini bilmektedir. Tekkeye düşen zengin ve güzel kadın müritler onun elinden servetlerini ve kendilerini kurtaramaz olurlar. Nur Baba ilkin, ölen şeyhin karısı Celile Bacı ile evlenerek tekkeye şeyh olur; sonra Ziba Hanımefendi’nin servetini tüketir: daha sonra Nigar’ı ele geçirir. Nigar, Nur Baba uğrunda kocasını, çocuklarını, toplum içindeki yerini bırakır, bütün servetini de tekkeye verir. Yaşanan düzensiz hayat yüzünden birkaç yıl içinde Nigar da yıpranır; Nur Baba bir gün onu da bırakır ve Süheyla adında genç bir kızla evlenir.

SODOM VE GOMORE – Y. Kadri Karaosmanoğlu- roman

Müteareke dönemindeki İstanbul’ da sosyal yaşam anlatılmıştır. Romanda Sami Bey ve ailesi ile bu aileyle ilişkili yerli ve yabancı kahramanlar anlatılır. Tek olumlu kahraman Leyla’ nın nişanlısı Necdet’ tir. NOT: Sodom ve Gomore Ürdün’ de günahkârlıkları yüzünden Tanrı’ nın gazabına uğrayarak yerle bir edilmiş iki şehrin adıdır.
ANKARA –Yakup Kadri Karaosman oğlu –roman
Üç ayrı bölümden oluşan eserin ilk bölümünde Milli Mücadele yıllarındaki Ankara ‘yı buluruz.İstanbul’dan gelmiş Selma Hanım,kocası Nazif Bey’in etkisiyle bir zamanlar yadırgadığı Milli Mücadeleye inanmaya başlar,ancak bu sefer de kocası Sakarya Muhaberesi’nden korkarak kaçmanın yollarını aramaktadır.Selma,Binbaşı Hakkı Bey’le mücadeleye devam eder ve yaralılara hemşirelik yapar..İkinci bölümde Cumhuriyet yıllarının Ankara’sı anlatılır.Binbaşı Hakkı Bey’le Selma evlenmiştir.Üçüncü bölümde hürriyet ruhu ile aydın gençler yetişmiştir.Bunlardan biri de Neşet Sabit’tir. Selma üçüncü evliliği bu gençle yapar ve mutluluğa kavuşur.


YABAN - 1936-roman- Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu; romancı kişiliğinin en güçlü aşamasını "Yaban"la vurgular. Kurtuluş Savaşı dönemindeki köy gerçeğimizle bir Türk aydınının amansız karsılaşmasıdır. Romanın kahramanı Ahmet Celal, Çanakkale'de aldığı bir kurşun yarasıyla sağ kolunu kaybeder. Harp malulü bir gazi olarak yapayalnızdır. İstanbul’un işgali üzerine hizmet eri Mehmet Ali'nin Porsuk çayı yöresindeki köyüne gider. Köyde umduğu yakınlığı bulamaz. Ahmet Celal'in bu ilk Türk köyü ve köylüsüyle karşı karşıya gelmesidir. Yoksulluk, cahillik, pislik içerisinde yüzen köylülerimizin yürekler acısı durumuyla adeta şoke olur. Çıplak doğanın ortasındaki bu köyde herkes, çıkarcı Salih Ağa’nın buyruğu altındadır, o ne derse o olur. Yıllar yılı emek verdiği hizmet eri Mehmet Ali bile subayına değil, ağasına inanır. Mehmet Ali'nin anası Zeynep Kadın ile kardeşi İsmail, Ahmet Celal'in bulabildiği dostlarıdır. Ailenin reisi olan Zeynep Kadın, kahır altında, bir "meşe kütüğü kadar sağlamdır." İsmail, yaşına göre vücudu gelişmemiş bir çocuktur. Karisi Emine ise, her yönden tükendiğini sanan Ahmet Celal'in ilgilendiği tek kadındır. Köyde, Mustafa Kemal'in açtığı Kurtuluş Savaşını anlatmaya çalışan Ahmet Celal'e kimse inanmaz. Köy halkı başka anlayış içindedir. Her yıl köye gelen Şeyh Yusuf’un zehirli düşünceleri, köylünün inançları olur, Ahmet Celal, Türk okumuşu ile Türk okumamışı arasındaki o derin uçurumu tüm çıplaklığı ile yaşar. Anadolu'nun yüzyıllar boyunca ihmal edilmişliğini anlar. Her gün olup bitenleri, "anılar defteri" ne yazar. Günler geçer; köyü düşman işgal etmiştir. Köyde herkes, Emine Kadın, oğlu Küçük Hasan; karısı Cennet’in kaçmasından sonra olan Süleyman, Bekir Çavuş; çıkarları yüzünden düşmana yardımcı olan Salih Ağa, İmam ve diğerlerinden sonra, tüm köy halkı kaderleriyle baş başa kalır; düşmanın yaptığı eziyetlere boyun eğerler. Ahmet Celil ise, her şeye karşın, Türk askerlerinin geleceğine, "zafer"in onlarda olduğuna inanır. Düşman zulmünden kurtulmak için Emine ile birlikte kaçar; yaralanırlar. Ahmet Celal, sonunda, yarası çok ağır olan Emine'yi de, anılarını yazdığı defteri de bırakarak, bilinmeyen bir yöne gider. Sakarya Savası'ndan sonra, düşmanın bıraktığı Haymana, Mihalıççık ve Sivrihisar'da Garp Cephesi Kumandanlığı’nın gönderdiği "Tetkik-i Mezalim Heyeti" taşlar altında, ortasından yırtılmış, kenarları yanmış bir defter bulur. Bu defterde, Birinci Dünya Savaşı’nda kolunu kaybeden Ahmet Celal'in anıları vardır. İşte “Yaban” bu anılardan doğar.



ÇALIKUŞU – roman - Reşat Nuri Güntekin

Romanın asıl teması romantik bir aşk hikâyesidir. Feride Anadolu’nun çeşitli köy ve kasabalarında öğretmenlik yapar. Çalıkuşu’yla Anadolu adım adım gezilir.
Feride, bir subayın kızıdır. Küçük yaşta annesi ve babası ölür. Teyzesinin korumasıyla, "Notre Dame de Sion" Fransız yatılı okulunda okur. Çok haşarı olduğu için, okulda ona "Çalıkuşu" adını takarlar. Yaz tatillerini teyzesinin Kozyatağı'ndaki köşkünde geçirir. Teyzesinin oğlu Kamuran, yakışıklı, sarışın bir delikanlıdır. Zamanla birbirlerini sever, nişanlanırlar. Feride, düğün günü, bir kadının getirdiği mektuptan, Kamuran’ın İsviçre’de iken Münevver adında. Hasta bir kızla ilişkisi olduğunu, Kamuran’ın ona evlenme vaadinde bulunduğunu öğrenir. Her şeyi yüzüstü bırakıp kaçar. Öğretmenlik yaparak, Anadolu'nun Zeyniler köyü, Bursa, Çanakkale, İzmir, Kuşadası gibi çeşitli köy, kasaba ve şehirlerinde dolaşır. Güzellimi başına dert açar, her gittiği yerde karşısına bir erkek çıkar, dedikodular olur. Bursa'da bir musiki öğretmeni, Çanakkale'de bir kurmay subay, vb... Zeyniler köyünde iken tanıştığı ihtiyar doktor Hayrullah Bey'le Kuşadası’nda ikinci kez karşılaşır. Babacan bir adam olan Hayrullah Bey, Feride'yi kızı gibi korur; halkın dedikodusu üzerine, dış görünüşü kurtarmak için, onunla kâğıt üzerinde evlenir; fakat aralarındaki ilişki bir baba kız ilişkisidir. Feride, öğretmenliğe başlayınca bir "günlük" tutmuş, bütün bu maceralı hayati defterine günü gününe yazmıştır. Hayrullah Bey bu defteri bulur, okur ve saklar. Hastalanınca, Feride'ye, kendisinin ölümünden sonra ara sıra teyzesinin yanına gitmesini ve verdiği kapalı bir zarfı Kamuran'a teslim etmesini vasiyet eder. Hayrullah Bey'in ölümünden sonra, Feride vasiyeti yerine getirir, kısa bir süre için teyzesinin yanına gider, zarfı Kamuran'a verir. Zarfın içinde, Hayrullah Bey’in bir mektubu ile Feride'nin günlüğü vardır. Hayrullah Bey, Kamuran'a yazdığı mektupta, Feride'yi bir daha bırakmamasını salık vermektedir. Kamuran, mektubu ve defteri gece sabaha kadar okur, her şeyi öğrenir, ertesi gün yola çıkacak olan Feride'yi bir daha bırakmaz, ikisi evlenirler.

ACIMAK (Reşat Nuri Güntekin- roman)

İlkokul öğretmeni Zehra’nın babası ölmüştür. Zehra yaşlı adamın bıraktığı anı defterini sabaha kadar okur.Annesinin olumsuz tavırları yüzünden ailenin dağıldığını,babasının bu yüzden onu öğretmen okuluna gönderdiğini öğrenir.İç yüzünü bilmeden düşman olduğu babasının acılarını anlar.Zehra,artık bağışlamayı ve acımayı öğrenmiştir.

DAMGA – Reşat Nuri Güntekin– roman

2. Abdülhamit devri paşalarından birinin oğlu olan İffet babasıyla birlikte Midilli’ ye gider. Babası ölünce İstanbul’ a döner ve hukuk eğitimi almaya başlar. Çocuklarına ders verdiği Cemil Kerim Bey’ in karısı Vedia ile aralarında aşk başlar. Bir gece yakalanınca eve hırsızlık için geldiğini söyleyen İffet, mahkûm olur. Hapisten çıkınca sabıkasından ötürü işsiz kalır. Bu arada kocasından ayrılan Vedia ile karşılaşır ve evlenme teklif eder. Vedia hırsız damgası yemiş biriyle evlenemeyeceğinin söyler . Roman İffet’ in bir itirafıyla son bulur.

YAPRAK DÖKÜMÜ (roman) Reşat Nuri Güntekin

Ali Rıza Bey namuslu bir memurdur. İşinden çıkarılmıştır. Fikret, Necla, Leyla adında üç kızı; Şevket adında bir oğlu vardır. Şevket bir bankada memurdur. Evin bütün yükü onun üstündedir. Üstelik bir de Ferhunde adlı daktilocu bir kız ile evlenmiştir. Leyla, Necla ve Ferhunde modern hayat ve eğlence düşkünüdürler. Haftada iki gece evde toplantı yapılmaktadır. Şevket bütün bu masrafları karşılamak zorundadır. Evin gidisini beğenmeyen Fikret, Adapazarı’nda yaşlı ve birkaç çocuklu dul bir adamla evlenir; böylece, ağacın yapraklarından biri düşer. Şevket, bankadan aldığı paraları ödeyemeyerek bir buçuk yıl hapse mahkûm olur; böylece, ağacın ikinci yaprağı da düşer.
Şevket hapiste iken karısı kaçar, ağacın bir yaprağı daha düşmüş olur. Necla, kendini zengin gösteren bir Suriyeli ile evlenir, Suriye’ye gidince eşinin birkaç hanımının olduğunu görür, böylelikle, ağacın dördüncü yaprağı da düşer. Leyla kötü yola düşer; Ali Rıza Bey, kızını evden kovar; son yaprak da böylece düşer. Leyla bir avukatla yaşar. Annesi de onunla birlikte oturmaktadır. Ali Rıza Bey’e hafif bir inme iner. Hastaneye yatar. Leyla, bir gün Ali Rıza Bey’i hastaneden alır, kendi oturduğu lüks apartmana götürür. Ali Rıza Bey artık Leyla’nın yanında yaşamaktadır, sıkıldığı zaman onu araba ile gezmeğe çıkarmaktadırlar. Yalnız, ara sıra, eski kahve arkadaşları ile göz göze gelmesi onu üzmektedir.


AYAŞLI ve KİRACILARI (1934) (roman)Memduh Şevket Esendal

Memduh Sevket Esendal "Ayaşlı ve Kiracıları" romanında, Cumhuriyet sonrası Ankara’sında bir apartmanın dokuz dairesinde oturanların günlük yaşamlarından kesitler verir. Ankara’nın kuruluş yıllarında, yıkılan bir düzenden yeni bir toplum düzenine geçmenin sarsıntıları arasında bocalayan "Küçük adam"ların yaşantılarını dile getirir. Roman yeni yapılmış büyük bir apartmanın dokuz odalı, oda oda kiraya verilen bir katında geçer. Burası, Ayaşlı İbrahim Efendi adında, eşkıyalık, zaptiye çavuşluğu, arzuhalcilik, otelcilik yapmış, şaşılacak derecede, çeşitli kılıklara girip çıkmış bir adamın elindedir. Her odasında toplumumun çeşitli tabakalarından kopup gelmiş evli, bekâr, kadın, erkek, yaşlı, genç bir sürü insan oturur. Esendal; başta köy ağası Ayaşlı İbrahim’e banka memuru, şoför, emekli, doktor, simsar,
hizmetçi ve diğer kişileri ustaca sergiler. Hikâyelerinde olduğu gibi bu romanında da temel özellik gözlemle sergilemedir. Rahat anlatışı ile romanın oldukça kalabalık kişilerinin birbirleriyle ilişkilerini, iyi ya da kötü işler peşinde koşarken ki tutum ve davranışlarını, kimilerininin eski yaşamlarını sergilerken dengelidir, ölçülüdür. Kiracılardan biri gibi rahatlıkla çıkar okurun karşısına. Roman boyu, bir koridorun iki yanına sıralanmış odalarda yaşayan kişileri, duru ve yalın bir dille anlatmaya çalışır. Çöken bir imparatorluğun kalıntısı, yerlerinden, işlerinden, geçimlerinden kopan insanlar. Sonra kadınlı, içkili, pokerli toplantılara dışardan gelip katılırlar. Bu kadar kalabalık bir roman açılıp kapatan olaylar, konuşmalar, ilişkilerin gelişmeleri içinde kapı önünde sohbet edecesine külfetsiz, konuşuyormuşçasına alıp götürüşünde ancak ustalarda görülebilecek bir sadelik ve rahatlık var. Esendal’ın bizim insanlarımızı yüzeysel bir gözlemle tanımadığı, onları bugüne değin alıp getiren tarihsel ve sosyal oluşları ile izlediğini gösteren bir derinlik bütün bu rahat anlatışın altında kendini duyurur. Bir apartman içinde bir toplum kesitini tasvir ederken ne hicve, ne de mizaha kaçmadan, bizde sosyal sorunlara değinilirken karamsarlıktan uzak, gelecek iyi günlerden umutlu, babacan bir içtenlik duygusu ile en gizli köselere değin ilişkileri vermek ustalığını gösterir. Romanı özetlemek gerekirse: Ayaşlı İbrahim Efendi, dokuz odalı apartman dairesini uygun fiyatla kiralar. Hancılıktan ve otelcilikten edindiği deneyimlerine güvenerek bu dairenin her odasını ayrı bir aileye kiraya verir. Birini de kendisine ve üvey kızına ayırır. Apartmanın dokuz odasına karşılık banyosu, tuvaleti ile mutfağı ortaklaşa kullanılır. Ayaşlı'nın kiracıları bu yüzden, içli dışlı yaşamak, günlük yaşamın kurallarına uymak zorunluluğu duyarlar Aileler, genellikle orta halli kimselerdir.

FAHİM BEY ve BİZ (roman)Abdülhak Şinasi Hisar

Fehim Bey, Bursa eşrafından birinin oğludur. Galatasaray'da okumuş, bir süre Babıâli’de aylıksız olarak çalışmış; babası İstanbul’a geldiğnde durumunu anlamasın diye büyük bir konak tutmuş, döşeyemediği bu konağın boş odalarında sabahları keman çalmış; günün birinde Londra elçiliği üçüncü katibi olmuştur. Bu iş kendisine o kadar önemli görünmüş olacak ki, Londra’nın en büyük terzisine gidip, bir sefaret katibine iyi giyimli olmak için ne lazımsa yapmasını söylemiş; bir süre sonra elçiliğe, kapılardan sığmayan bir ambar getirmişler. Fehim Bey, bu bir ambar dolusu elbiseyi bütün ömrü boyunca giymek zorunda kalmış. Gençliğinde kendisini damat alabilecek birçok paşa ve beylerden birinin kızıyla evlenip zengin bir eve iç güveysi girmektense, orta halli bir aileninkızı Saffet Hanım’la evlenmeyi yeğlemiştir. 1908 Meşrutiyeti’nden sonra memlekette bir özel teşebbüs modası başlayınca, Fehim Bey de dışişlerindeki görevinden ayrılarak Bursa Ovası’nda pamuk yetiştirmeyi düşünmüş, planlar kurmuş, işi gerçekleştirmek için bir sermaye sahibi aramağa koyulmuştur. Fakat elinde bir imtiyazı yoktur, toprakların sahipleri başka başka kimselerdir, bütün bu kimseler onu kendilerine vekil yapmış değildirler; bu adamlara Fehim Bey'in planlarının nasıl kabul ettireceği, bulunacak sermayenin onlara hangi güvence karşılığında dağıtacağı ve ortaklaşa pamuk ekiminin nasıl düzenleyip yöneteceği belli değildir. Sermaye sahipleri bunun sadece hayal olduğunu görünce cayarlar. Fehim Bey'in bundan sonraki hayatı hep bu işin peşinde koşmakla geçer İstanbul’un kenar mahallelerindeki küçük evinde yoksul, sıkıntılı bir hayat sürerken bile, büyük bir şirketin başında olmanın getireceği servet bolluk ve mutluluk hayallerine gönlünü kaptırır. O kadar ki günün birinde iş gerçekleşirse kendini bir şirket yönetimine hazırlamış olmak için. Galata'da, Arslan Hanı’ndabir idarehane açar ve bu hayalden şirket adına hayalden alış verişlere girişir, defterler doldurur, mektuplar yazar, bunlara yine kendisi cevaplar verir. Olay duyulunca, Fehim Bey'in adı büsbütün deliye çıkar ve hayatı, bir türlü gerçekleşemeyen bu hayallerin arasında sona erer.

BİR TEREDDÜDÜN ROMANI – Peyami Safa – roman

Mualla okuduğu bir romanın yazarıyla tanışmak ister ve tanışır. Romancı genç kıza evlenme teklifinde bulunur, Mualla evet ya da hayır kararı veremez durumdadır. Araya Vildan adlı başka bir kadın girer, yazar ne Mualla ne Vildan der ve romanı yeni bir dönemin başlayacağı haberiyle bitirir.

DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU (roman)Peyami Safa

"Peyami Safa’nın, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, nadir kitaplardandır. Romanda bacağından rahatsız olan bir gencin sağlığa kavuşmak için çırpınışları anlatılır. Psikolojik bir romandır. On beş yaşında bir çocuk, yedi yaşından beri bacağındaki kemik hastalığından hastane hastane dolaşır. En sonunda ayağının kesilmesi gerektiğini öğrenir. İyileşmesi için heyecansız, sakin, huzurlu bir yaşam gerekmektedir. Sağlığına kavuşması her şeyden önce iyi bir bakıma bağlıdır. Annesinin yoksulluğu yüzünden Erenköyü'ndeki paşa akrabası onun bakımını üzerine alır. Paşanın kızı Nüzhet'i sevmeye başlar. Kız ise zengin bir doktorla evlenecektir. Delikanlı bu acılar içerisinde, Paşa’nın evinden kaçarak hastaneye yatar. Doktorların büyük çabasıyla ayağı kesilmeden, ameliyatla sağlığına kavuşur. Hastaneden çıkar. Nüzhet'in doktorla evlendiği haberini alır.

DEVLET ANA – Kemal Tahir – roman

Eser adını roman kahramanı Devlet Hatun’ dan alır. Dört bölüme ayrılmış olan eserde Osmanoğullarının ortaya çıkış yılları , savaşçı dervişler , hilebaz keşişler , Şeyh Edebali , Yunus Emre gibi kişileriyle maceranın , aşkın , inancın , tarih-masal potasında eritilmesiyle yazıya dökülmüş biçimidir

KUYUCAKLI YUSUF – Sabahattin Ali - roman

1903 senesi sonbaharında Aydın’ ın Nazilli ilçesi Kuyucak köyünde eşkiyalar bir evi basar ve karı-kocayı öldürür. Soruşturmaya gelen kaymakam dokuz yaşındaki Yusuf’ u evlat edinir. Kaymakam, karısı Şahinde’ nin yüzünden kendisini içkiye ve kumara vermiştir. Fabrikatör Hilmi Bey’ e üçyüz yirmi altın borçlanmıştır. Zamanla Yusuf ve kaymakamın kızı Muazzez büyür. Kasaba kabadayısı Şakir , Muazzez’ i rahatsız edilince Yusuf tarafından dövülür. Daha sonra kaymakam Yusuf ile Muazzez’ i evlendirir. Yusuf’ u Edremit’ e tahrirat kâtibi yapar. Bir süre sonra gelen yeni kaymakam Şakir’ in ve babasının yakın dostudur. İzzet Bey adındaki bu yeni kaymakam Yusuf’ u görevden alır ve süvari tahsildarı yapar, artık Yusuf sürekli dışarıdadır. Bu arada Şahinde Hanım’ ın evi kaymakam ve ileri gelenlerin çalgı çengi yeri olmuştur. Muazzez de iffetini yitirmek üzeredir. Bir akşam Yusuf eve gelir, evdeki herkesi öldürür. Karısını gömen Yusuf atını atlar ve dağlara gider.

KÜÇÜK AĞA – Tarık Buğra – roman

17 yaşında İstanbul’ da Fatih medresesinde olan Mehmet Reşit Efendi, toplumun padişaha daha sıkı bağlanması için Dâhiliye Bakanlığınca Akşehir’ e gönderilir. Orada “İstanbullu Hoca” diye anılır. Halkın padişaha bağlı kalmasını sağlar. Kuvayi Milliyeyi engellediği için hakkında vur emri çıkar. İstanbullu Hoca, Çakırsaraylı çetesine sığınır. Çerkez Ethem’ in ortanca kardeşi Tevfik Bey’ in bir müfrezesinin başına geçer. Bu arada Çolak Salih onu vurmak için görevlendirilir. Ancak İstanbullu Hoca gerçekleri görmeye başlamıştır. Çolak onu vurmaz, ikisi birden Kuvayi Milliyeyi baltalamaya çalışan gruplara karşı mücadeleye başlarlar. Böyle bir mücadelede Hoca’ nın sağ kolundan vurulmasıyla roman sona erer.

FAUST (Goethe, Alman-romantik )

Eserde insanın iyi yaratıldığını, kötü şeyler yapsa da sonunda mutluluğu yakalayacağını söyleyen Tanrı ile bunun tersini savunan Mefistofeles iddiaya girer. Bunun için bütün bilimleri araştırnış, kendisini büyüye vermiş Faust'u seçerler. Umduğunu bulamadığı için intiharın eşiğine kadar gelen Faust'a Mefistofeles kendisini tanıtır ve onunla da iddiaya girer. Faust'u içinde bulunduğu bunalımlı hayattan alıp değişik dünyalara sürükleyen Mefistofeles sonunda iddiayı kazanmıştır.

HACI MURAT (Tolstoy- realist - Rus)

Hacı Murat, büyük Rus yazarı Tolstoy' un olgunluk dönemi romanları arasında yer alıyor. Hacı Murat, on dokuzuncu yüzyıl Kafkas halkları arasında efsaneleşen, Şeyh Şamil' le davalıdır. Hacı Murat, yurt edinme, hayata tutunma, bağımsızlık, tutsaklık, ihanet ve iktidar sarmalında biçimlenen bir davanın kahramanıdır. Zayıflıklarının ve gücünün farkında bir kahraman, acımasız bir coğrafyanın geniş yürekli insanları arasındaki iktidar mücadelesinde taraf olmak zorunda kalmıştır; Rusları da sevmez, Şeyh Şamil' i de. ..

ANNA KARENİNA (Tolstoy - realist - Rus)

Anna Karenina, Rusların kendi ülkelerini ve dönemin aristokratlarını en doğru yanlarıyla yansıtan bir romandır. Anna Karenina'nın ana teması her şeyden önce Rus ailesidir. Bu romanda Tolstoy, dürüst bir evliliğin açık mutluluğuyla evlilik dışı bir aşkın yol açtığı düş kırıklıklarını ve düşüşleri karşılaştırmaktadır. Anna Karenina, dönemin üst kademedeki bir memurunun karısıdır. Onu, hovarda Vronski ile kurduğu ilişkide hazin bir son beklemektedir. Bunun karşısında Kiti ve Levin'in arasındaki sağlam temellere dayalı aşk, Anna Karenina'nın kendini beğenmişliğini ve temsil ettiği aristokrasinin köksüzlüğünü ortaya koymaktadır.

SAVAŞ VE BARIŞ (Tolstoy - realist - Rus)

Zamanın Rusya'sını iyisiyle kötüsüyle anlatan bir eser. İnsanın olduğu yerde eksik olmayan aşk, hırs, iyilik ve düşmanlık ve entrika. Bir yanda ne için yapıldığı bir türlü bilinmeyen ve onca insanın ölmesine sebep olan savaşlar; diğer yanda "barış"ın küçük bir sınıfın daimi kaderi oluşu. Savaşta da barışta da dürüstlüğü ilke edinmiş kahramanlar... Hep aykırı bir tip olan Piyer Bezukof ve onun şahsında iyiliğin üstünlüğü... Kadınların genel konumları ve çıkar çevrelerinin ince hesapları... “kanlı sargılar içindeki bütün bu bozuk insan etleri..." cümlesiyle özetleyebileceğimiz Savaş. Balolar, partilerle süslenen Barış... Kısacası; Strakof'un deyimiyle "Hayatın, zamanın Rusya'sının, tarihin, sınıf kavgalarının olağan üstü bir tablosu; insana insanlığa ait ne varsa; insanın mutluluğunun ve büyüklüğünün; felaketinin ve küçüklüğünün anlatıldığı bir eserdir Savaş ve Barış.

İNSAN NE İLE YAŞAR (Tolstoy- realist - Rus)

Allah vazifesi olmasına rağmen yeni doğum yapmış bir annenin ruhunu, merhametine yenik düştüğü için, alamadan dönen meleğini üç şey öğrenmesi için insan süretine büründürerek dünyaya gönderir: ''İnsanın içinde ne barındırdığını öğren'', ''İnsana neyin verilmediğini öğren'' ve ''İnsanın ne ile yaşadığını öğren''. Bu üç bilgiyi edindiğinde, yani insanı tanıdığında melek Rabb'inin sonsuz merhametini de kavradığı için tekrar semaya yükseltir.

SUÇ VE CEZA (Dostoyevski, Rus, realist)

Kötülüğü ve kötülük sonucu insan vicdanın yaşadığı azapların her türlü hukuki cezadan daha etkin olduğunu anlatan, Dostoyevski’nin büyük eseri... Toplumdaki çarpık adalet anlayışını Raskolnikov karakteriyle irdeleyen Dostoyevski; kötülüğü ve kötülük sonucu insan vicdanının yaşadığı azapların her türlü hukuki cezadan daha etkin olduğunu ileri sürer. Raskolnikov'un öyküsü aslında biraz da her insan içinde var olan gizli bir yanının öyküsüdür.

KARAMAZOV KARDEŞLER (Dostoyevski, Rus, realist)

Küçük bir Rus köyünde toprak sahibi olan Fedor Pavloviç Karamazov'un dehşetli, esrarengiz ölümü, kısa sürede yalnız yaşadığı beldenin değil bütün Rusya'nın ilgiyle takip ettiği bir dava haline gelir. Ölümden, toplumda hiç sevilmeyen, ömrünü ilkesizlikler üzerine kurmuş maktûlün büyük oğlu Dimitri Karamazov mesul tutulmaktadır... Ne var ki; insanın bilgiyle donatılmış aklı ve maddi deliller, hayatın karışık ve akıl almaz oyunları karşısında çoğu zaman aciz kalmakta ve kader ağlarını örmektedir...

KUMARBAZ (Dostoyevski, Rus, realist)

General'in evinde özel öğretmen olan Alexis Ivanovitch, sevgilisini borçtan kurtarmak için girdiği kumarhanede, kazanmak ya da kaybetmekten daha önemli bir şeyi, içindeki kumarbaz ruhu fark eder. Ve bu fark edişin ardından rulet masaları başında yitirilen işin, aşkın hatta bizzat hayatın öyküsü başlar....

ANA (M.Gorki, realist- Rus)

Maksim Gorki’nin en önemli eseri olan ‘Ana’ romanında 1905 Çarlık Rusyası’nda başlayan sosyal uyanışın mücadelesi anlatılmaktadır. Eser, yeni doğmakta olan bir toplumun düşüncesini, görüş ve anlayışını yansıtır bizlere. Gorki’nin insanla sosyal şartlar arasındaki çelişkiyi ve anlaşmazlığı belirtmek için en çok başvurduğu yol, doğrudan doğruya olayların gerçekçi bir metotla anlatma hikâyesidir.

EKMEĞİMİ KAZANIRKEN M.Gorki, realist- Rus)

Maksim Gorki'nin ayrılmaz bir bütün oluşturan üç özyaşamöyküsü romanı, yazarın çocukluk ve gençlik yıllarına olduğu kadar 19. yüzyılın bitiminde Rus küçük burjuva katmanlarının hayatına da alabildiğine nesnel bir ayna tutar. Büyük kentlerin uzağında, dünyaları küçük, hayata yönelik talepleri ve ihtiyaçları sınırlı, basit, dini inanç ile batıl inancın karışımından oluşmuş bir tutuculuğun zemininde ayakta durmak için çalışan bu insanların arasında var olma ve oradan çıkışın öyküsü... Ekmeğimi Kazanırken, yazarın henüz bir çocukken dış dünyayı tanımaya ve hayata çok zor şartlarda tutunmaya çalışan insanların mücadelelerine tanık olma sürecini anlatır. Yazarın, ninesinin koruyuculuğu ile dış dünyanın acımasızlığı arasında gidip geldiği bu yıllarda, hayatının ikinci bir sığınağı da uzak akrabalarından bir mimarın yanıdır.

YÜZBAŞININ KIZI (Puşkin, romantik- Rus)

XVIII. yüzyıl Rusya'sının büyük ustası Puşkin, onu izleyen çağdaşları ve bütün bir dünya edebiyatı üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Puşkin'in akıcı, süssüz ve berrak diliyle anlattığı 1773 ayaklanması, akıllardan silinmeyecek bir tablo çizer gözler önüne. Pugaçev'in önderliğindeki isyancıların renkli yaşamlarından sahneler, o güne dek kimsenin cesaret edemediği ölçüde gerçekçi bir biçimde çizilir. Bütün bunların ortasında, tüm engellere karşın kendini korumayı başaran tertemiz bir aşk filizlenir.

MEYHANE (E.Zola, naturalist - Fransız)

'Meyhane bir gazetede yayınlandığı zaman görülmemiş bir insafsızlıkla saldırıya uğradı, mimlendi, kendisine yakıştırılmayan suç kalmadı. Yazar olarak benimsediğim amaçları burada iki satır içinde açıklamak gerekli mi, bilmem. Kenar semtlerimizin kokuşmuş ortamında bir işçi ailesinin kaçınılmaz düşüşünü tasvir etmek istedim. İçkinin ve aylaklığın sonu, aile bağlarının çözülümüne, fuhuşun pisliklerine, dürüstlük duygusunun giderek yitirilmesine, sonuç olarak da yüz karası bir rezillik ve ölüme varıyor. Sadece eylemsel bir ahlak dersidir bu kitap.'

NANA(E.Zola, naturalist - Fransız)

Nana, bir fahişedir. İlk önceleri bir tiyatro oyuncusu olan Nana daha sonra fahişe olur ve hayatı bir düşüş içine girer. İlk basıldığı gün on binler satan ve Fransa'yı ayağa kaldıran "Nana" eleştirmenler arasında da büyük ayrılıklara ve tartışmalara yol açmıştı. Bu romanda Zola, bir kadının, bir rejimin (II. İmparatorluk Fransa'sı) ve bir toplumun çürüyüşünü resmediyor. Bu resimde cinsellik, tarih ve mit hep birlikte yaşıyor ve tükeniyor; aynı anda ve aynı kötü ağız kokusu içinde.

GERMİNAL (E.Zola, naturalist - Fransız)

Zola, Germinal’i gerçek yaşamdan kurgulayarak, yani içinde yaşayarak, gözlemleyerek kaleme almıştır. 9 Şubat 1884’te Anzin Maden Ocakları’nda bir grev patlak verir. Zola soluğu hemen orada alır. Orada günlerce kalır. Not defteri elindedir; sorar, araştırır, gözlemlerde bulunur. Meyhanedeki maden işçileri ile konuşur. Kazılan yeni galerilere olsa olsa altmış santimlik deliklerden girilir. Maden ocağından çıkan işçilerin tanınmayacak durumda olduklarını görür. “Güldükleri zaman zenci sanırsınız.” Ocak çevresinde barakaları, barakaların içinde açlık sınırında insanları, ocaklardaki kâr hırsı ile ihmal edilmiş kolan lambaları, kazaları, ölümleri ve işçi sınıfının direnişini anlatır. Bu öyle bir kavgadır ki; sımsıcak ekmeğin kokusunu ve ılık ılık akan terin, kanın kokusunu ve bu amansız kavgayı içiçe ve usta kurgularla soluk soluğa, sanki olayın içindeymişsiniz gibi yaşatır size Zola. Aşkı, sevgiyi ve sevdayı ekmek kavgası ile ilmik ilmik işleyen dev bir roman çıkar karşınıza. Öyle bir romandır ki, bir tarafta işçi sınıfıyla örgütlü mücadele durur, diğer tarafta kuyuya yerleştirilmiş bir anarşist dinamitle birden savrulursunuz. Son nefeste dahi sevginin doruğa çıktığına ancak Germinal’de tanık olabilirsiniz. Etienne ve Catherine arasındaki ilişki, aynı zamanda bir mücadele içindeki aşkı da anlatır. Maden işçilerinin duyguları, kararmış yüzlerinden sımsıcak bir sel gibi akar yüreklere. İnsanca bir yaşam kavgası ve aşklarıyla, o dönemki gerçek maden işçilerinin yaşamını ortaya koyar Zola.

KIRMIZI VE SİYAH (Stendhal, realist- Fransız)

Stedhal’in yaşanmış bir ya da iki olayı birleştirerek kaleme aldığı bu romanın baş kahramanı Julien Sorel’in yazar ile birçok yönden örtüştüğü ileri sürülür. Orta sınıftan bir genç olan Julien, papaz okuluna devam ederken çocuklarına ders verdiği belediye başkanının karısı ile dedikodulara yol açan bir ilişki kurar. Paris’e gider. Orada da kendine kapılarını açan aristokrat bir ailenin kızı ile yaşadığı aşk, onu hayatın girdaplarına sürükleyecektir. Gururlu, kibirli, asi, ödünsüz bu genç adam, kendi bireysel değerleri soylu sınıfın değer yargılarına çarptıkça geri püskürtülür. Hastalıklı gibi görünen psikolojisi, belki de toplumsal yarılmışlıklara bir isyandır. Hayatı, yanından ayırmadığı iki bavuluna sıkıştırmış, ömrünün son yıllarını küçük bir İtalyan kentinde konsolosluk görevinden aldığı üç beş kuruşla sürdürmek zorunda kalmış Henri Beyle (Stendhal), aynen Julien Sorel gibi ödünsüz, aşkı, ömür boyu aşkı aramış, kendini kabul ettirmek istemiş ve hep yalnız kalmış, istediği, düşündüğü gibi değil, yaşayabildiği gibi yaşamıştı.

PARMA MANASTIRI (Stendhal, realist- Fransız)

Parma Manastırı"nda, Rönesans sırasında bir İtalyan prensliğinde yaşanan entrikalar anlatılır. Romanın kahramanı Fabrice Del Dongo, özgürlüğüne düşkün, romantik, sıra dışı, aşka bağımlı bir soyludur ve bu özellikleri toplum kurallarına ters düşmektedir. Manastırı, bir yanan karşı konulmaz tutkulara dönüşen karmaşık duygusal ilişkileri anlatırken, bir yandan 19. yüzyılın ilk yarısındaki İtalyan ve Fransız toplumlarını amansız bir eleştiri süzgecinden geçirir.

OLİVER TWİST (C.Dickens, realist –İngiliz)

Oliver Twist, Londra yakınlarındaki yoksullar evinde dünyaya gelir. Çok zor şartlar altında yoksulluk içinde yaşar. Bir gün kimsesiz çocuklara hırsızlık yaptıran bir sokak çetesinin eline düşer. Oliver’i şimdi tehlikelerle dolu yeni bir hayat beklemektedir.

MADAM BOVARY (G.Flaubert, realist - Fransız)

19. yüzyıl romanının en başarılı örneklerinden birisidir Madam Bovary. Hem ele aldığı konu, hem de Flaubert'in üslubudur metni çarpıcı kılan. Anlatılan, Emma Bovary'nin trajik hayat hikayesi ve karşılıksız aşkları gibi görünmekle birlikte Flaubert, Emma'nın şahsında, 19. yüzyıl Fransız kadınının kıstırılmış hayatını, evlilik müessesesinin insan doğasına aykırılığını, toplumsal değer yargılarının ve ahlak anlayışının ikiyüzlülüğünü ele alır. Bir çiftlik sahibinin kızı olan Emma, manastır okulunda yetiştirilmiş; din, müzik ve edebiyat alanlarında eğitildikten sonra çiftliğe dönmüş; okuduğu romantik romanların da etkisiyle kurduğu hayallerin gerçekleşmesini bekleyen bir genç kız olmuştur. Bir gün, babasının kırılan ayağına bakmak üzere çiftliğe gelen kasaba doktoru Charles Bovary (Sarı Bovari) onu görmüş, beğenmiş ve evlenmişlerdir. Charles Bovary ile Ema, karşıt iki karaktere sahip insandır. Charles'in kalabalığına, sakinliğine karşılık Emma, hareketli, kabına sığamayan, eğlenmeyi seven, heyecan ve serüven arayan bir kadındır. Çok geçmeden Emma'nın isteğiyle daha büyük bir kasaba olan "Yonville"e (iyonvii) taşınırlar. Emma burada, Leon adli bir noter kâtibiyle tanışır. İsteklerinin etkisiyle davranışlarına gem vuramayan Emma, bir gün, Rodolphe (Rodolf) adlı bir malikâne sahibinin tuzağına düşer; hayatının gidişi böylece değişir. Rodolphe onu yüzüstü bırakmış, ortadan yok olmuştur. Bunun etkisiyle Emma, hastalanır, bir takım bunalımlar geçirir. İyileşince de, piyano dersi almak bahanesiyle Paris'e gidip gelmeye başlar. Bu gidiş gelişler, orada hukuk öğrenimi yapan Leon içindir. Ama Leon da artık Emma'yı sadece bir kadın olarak karşılamaktadır. Charles'dan gizli, günden güne açılan ve genişleyen mali sıkıntıların etkisiyle, yeniden başlayan bunalımlar, onu arsenik içerek intihara sürükler. Karısının ölümüne dayanamayan Charles da bir süre sonra ölür.

VADİDEKİ ZAMBAK (Balzac, realist- Fransız)

Vadideki Zambak’, Balzac’ın olgunluk çağının en önemli eserlerinin başında gelir. Kocasıyla mutlu olmayan ama ona ihaneti de insana saygı açısından kendine yalkıştıramayan Henriette ve cocukluğunun bütün acılarını onun dizinde bir ana sevgisiyle karışık huzur içinde gideren Felix, çağlar boyunca insani sevgilere ve fedekarlıklara örnek olacak karakterlerdir. Romanın olayları 1801-1836 yılları arasında geçer. Eser, köy hayatı sakinleri arasında yer alırsa da kahramanları sadece birer köylü değildir...Aynı zamanda, Balzac’ın cocukluğunda çektiği acıların ve yıkıntıların bütün izlerini bu romanda göreceksiniz.

GORİOT BABA (Balzac, realist- Fransız)

Altmış dokuz yaşlarında bir ihtiyar olan Goriot Baba 1813'te iş hayatını bıraktıktan sonra Madam Vauquer'in pansiyonuna çekilmişti. İlk önce şimdi Madam Couture tarafından işgal edilen tutmuş ve beş liranın eksikliği veya fazlalığı kendisi için hiçbir önem arz etmeyen bir adam sıfatıyla bin iki yüz frank pansiyon parası vermeye başlamıştı. Madam Vaupuer bu apartmanın üç odasına peşin alınmış bir para mukabilinde çeki düzen vermiş ve bu para sarı bez perdelerden, Utrecht kadifesiyle örtülü cilâlı tahta koltuklardan, çirişle yapıştırılmış birkaç resimle şehir civarındaki meyhanelerin beğenip kabul etmedikleri duvar kâğıtlarından mürekkepli kötü bir takımı güya ki kapamıştı. O zamanlar hürmetle Mösyö Goriot diye anılan Goriot Baba kötüye kullanılmaya müsait cömertliği yüzünden zamanla sıfırı tüketmiş, bu işten anlamaz bir sersem olarak görülmeye başlanmıştı..."

İKİ ŞEHRİN HİKÂYESİ (C.Dickens, realist –İngiliz)

Bay Lorry’nin maceralı Dover seyahati, Doktor Manette’in Bastille’den kurtulması, Doktorun güzel kızına âşık Sydney Carton ve Charles Darnay’in Fransız İhtilâli’nin korkunç girdabında yaşanan hazin öyküleri... “İki Şehrin Hikâyesi” Charles Dickens’ın, Fransız ihtilali sırasında iki şehri; Londra ve Paris’i anlattığı, ilk sayfalarından itibaren merak ve korku dolu sahnelerle örgülediği soluk soluğa bir dönem romanı...

BÜYÜK UMUTLAR (C.Dickens, realist –İngiliz)

Romanda, ergenlik dönemine yeni bir adım atan Finn’in ulaşılmaz bir kadına olan büyük aşkı konu ediliyor. Dickens’ın romanları içinde konu ve işleyiş açısından bambaşka ve üstün özelliklere sahip bir roman. Kısa adı Pip olan Phillip, küçük bir çocukken anne ve babasının mezarı başında kaçak bir mahkûmla karşılaşır. Ablasının mutfağından yiyecek çalarak bu mahkûma yardım eder. Kaçak mahkûm Pip’in ona yaptığı yardımı unutmaz.

BEYAZ DİŞ (J.London, realist - Amerikalı)

Kuzeyin ormanlarında yaşam kavgası... Açlık ve hayatta kalma çabası... Beyaz Diş, bir kurt kırması; damarlarında hem kurt hem de köpek kanı taşıyor. Ormanda yapayanlız, hayatta kalmaya çalışıyor. Bir gün, o ana dek yaşadığı mağaranın duvarını geçip hayata atılıyor ve her şeyi en baştan keşfetmeye koyuluyor. Vahşî doğanın çetin şartları, yaratılışındaki sertliği gün geçtikçe daha çok besliyor. Ve sonunda Beyaz Diş, amansız bir kurt oluyor. Derken efendiyi, yani insanı tanıyor.

ÖLÜ CANLAR (Gogol, realist - Rus)

Çiçikov, kısa yoldan zengin olma peşine düşmüş bir düzenbazdır. O zamanın Rusya'sında bir insanın itibarı ve zenginliği, sahip olduğu canlarla doğru orantılı olduğu için Çiçikov, ölmüş fakat kayıtları henüz nüfus kütüğünden silinmemiş 'can'ları kâğıt üzerinde kalır ve bu şekilde zengin olma hayalleri kurar. Gogol' Çiçikov'un dolaştığı bölgelerde karşılaştığı insanlar üzerinde dönemin Rusya'sının bozuk düzenini acımasızca eleştiriyor ve Rus insanının tahlilini yapıyor bu eserde. Ölü Canlar, tamamlanamamış olmasına rağmen Dünya Klasikleri arasında müstesna bir yere sahip.

ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR (Ernest Hemıngway, realist - Amerikalı )

İspanya’da yaşanan acımasız bir iç savaş... Cumhuriyetçi- Faşist kavgasının yol açtığı yıkım... Oluk oluk akan insan kanı.. Özel bir görevle İspanya’ ya gelen Amerikalının başından geçenler ve yaşadığı tutkulu aşk. İnsanoğlunun vahşilikte ve barbarlıkta hayvanları bile gölgede bıraktığını gözler önüne seren acı panaromalar. En hızlı savaş taraftarlarının ve savaşı bütün korkunçluğuyla yaşayanların barış özlemi...

SEFİLLER (V.Hugo, romantik- Fransız)

19 sene süren pranga mahkumiyetinden sonra şartlı olarak tahliye edilen JEAN VALJEAN, toplumdan dışlandığını görür. Sadece Digne piskoposu kendisine iyi davranır; buna karşın zorlu acı yıllar geçiren Valjean piskoposun bazı gümüş eşyaları çalarak ona ihanet eder. Valjean polis tarafından yakalanır ve geri getirilir. Piskoposun kendisini kurtarmak için yalan söylemesi ve buna ek olarak iki değerli şamdan hediye etmesi Valjean'ı çok şaşırtır. Böylece Valjean hayatına yeni bir başlangıç yapmaya karar verir.

BABASIZ EVLER (Heinrich Böll, Alman)

Yazar; romanı, savaşın dehşetini değişik bir bakış açısından sergiler. Kitapta savaş, cephelerden değil, fakat 'sonrasında', savaşın bitiminin ardından, o savaşta ölmüş babaların ve kocaların geride bıraktıkları insanların evlerinden yola çıkarılarak anlatılır. Bu bakış açısından dış dünyada 'bitmiş' olan savaş, babasız ve kocasız kalmış olanlar için hala belki de çok daha korkunç bir biçimde sürmektedir. Çocukların dulların 'yeni' yalnızlıkları, genelde yıkıma sürüklenmiş bir toplumda bireysel yıkımların üstesinden gelebilmenin zorluğu ve kimi zaman da olanaksızlığı, 'savaştan sonraki savaş'ın temel sorunlarıdır. Heinrich Böll'ün Babasız Evler'i, barışla son bulamayan savaşların sonrasız öyküsüdür.

VE O HİÇBİR ŞEY DEMEDİ (Heinrich Böll, Alman)

Evlilikte yakınlaşma ve yabancılaşma temasını işleyen Ve O Hiçbir Şey Demedi, romanın iki kahramanının sesleriyle ulaşır okura. Her ikisi de değişimli olarak içsel ve dışsal yaşantılarını anlatırlar. Böylece bu iki kişinin birbirine koşut giden yaşamları ve aslında birbirine ulaşmaya çabalayan bu insanların yalnızlığı açığa çıkar. Küçük bir kiralık odada karısı ve üç çocuğuyla bir arada yaşamanın sıkıntısına katlanamayan Fred Bogner, onlardan ayrılır. Kiliseye ait bir büroda telefoncu olarak çalışmaya başlar. Savaş sonrası Almanya'sının bir büyük kentinde sokakları arşınlar, içer ve oyun makinelerinde zaman öldürür. Karısıyla bir otelde geçirdiği hafta sonundan sonra ise kesin ayrılık kaçınılmaz görünür. Ancak çok geçmeden Bogner sevmekten asla vazgeçemediği karısında yepyeni bir insan bulur. Savaş sonrası Alman edebiyatının en gerçekçi ve en sarsıcı romanlarından biri olan Ve O Hiçbir Şey Demedi, Alman yazar Heinrich Böll'ü üne kavuşturan roman olarak bilinir.

FARELER VE İNSANLAR (J. Steınbeck, realist - Amerika)

George ve Lennie çiftliklerde dolaşarak işçilik eden iki arkadaştır. George ufak tefek, canlı, yanık tenli, keskin bakışlı bir adamdır. Lennie ise iri bir insandır. Ölgün gözler düşük ama geniş mi geniş omuzlara sahiptir. George ve Lennie iki zıt kutup oldukları halde aralarında büyük bir dostluk vardır. Bu büyük dostlukta, birlikte hep çalışarak çiftlik ararlarken kat ettikleri yollar boyunca kendini göstermiştir. Birbirlerine çok bağlanmışlardır. George akıllıdır, işini bilir. Tabiatı sever. Lennie ise dev kuvvetine sahiptir. Fakat ruhen çocuktur. Halleri davranışları çocukçadır, aptalcadır. Lennie’nin yumuşak bulduğu her şeyi okşama alışkanlığı vardır. Bu ikisi Soledad kasabasının çiftliğinden bir iş haberi alırlar ve hemen yola koyulurlar. Oraya vardıklarında bu çiftliğin patronu bunları pekte iyi karşılamaz. Patronla kalmayıp birde patronun oğlu çıkar başlarına dert. Kendisi ufak tefek olduğundan Lennie gibi iri vücutlu insanlara gıcık kapar ve bu tip insanları hiç sevmez. Adamın adı Curley’dir. Ama Curley’nin başında da bir dert vardır. Yeni evlendiği karısı… Çiftlikte oynaşmadığı adam kalmadı, derler onun için ve gözünü yeni gelen George Ve Lennie’ye dikmiştir. Özellikle George’un çiftlikteki en iyi arkadaşları Slim’dir. Çiftliğin bunağı ise Candy denilen bir eli bileğinden kesilmiş olan bazıları için işe yaramayan yaşlı bir adamdır. George ve Lennie’nin planları bu çiftlikte bir ay çalışıp kendilerine bir çiftlik satın almaktır. Tabii Candy’i ve Candy’nin biriktirdiği parasını yanların alarak… Üç kişinin hayali; kendi topraklarını işlemek, kimsenin emri altına girmemektir. Lennie’nin tek isteği ise evlerindeki tavşanlara bakmaktır. Çiftlikte birde seyis vardır. Ama zenci olduğu için diğer çalışanlar tarafından dışlanıyordur. Çiftlikte akşamüstü iş bittikten sonra nal oyunu oynanır. Milletin tek eğlencesi bu oyundur. O sırada Lennie samanlıkta Slim’in ona verdiği köpekle oynuyordur. Ama daha önce fareyi severken öldürdüğü gibi bu köpek yavrusunuda oracıkta aşırı sevmekten öldürmüştür. Daha sonra Lennie’nin yanına Curley’nin karısı gelir. Lennie kadınla biraz konuştuktan sonra kadın aynen “benim saçım da yumuşaktır saçımı okşa” demiştir. Lennie tuttuğu saçı bırakmadığı için kadın korkuya kapılmıştır ve çığlıklar atarak samanlığı ayağa kaldırır. Lennie’de buna sinirlenerek kadının ağzını kapatır ve onu nefessizlikten öldürür. Oradan hızlıca kaçar. Bunun üzerine çiftlikteki herkes başta Curley olmak üzere Lennie’yi aramaya çıkarlar. Lennie ise daha önceden başlarına bir olay gelirse George ile anlaştıkları çalılıkların arkasına kaçmıştır. George’u buldukları yerde öldüreceklerini bilmektedir. Lennie çocuk ruhlu olduğu için kendini savunması çok zordur. George kahrolurken Lennie’nin saklandığı yere gelmiştir bile. Lennie elindeki küçük ölü köpek yavrusuyla onu beklemektedir. George Lennie’nin arkasına ona hüzünlü hüzünlü bakar. Lennie sahip olacakları evi ve bakacağı tavşanları hayal ederken bir el silah sesi duyulur. Curley ve çalışanlar yanlarına geldikleri zaman Lennie’yi yerde ölü olarak yattığını görürler ve George’a aptal aptal bakarlar. George olayın etkisinden kurtulamaz ve teselli için Slim’le birlikte olay yerinden uzaklaşır.

DAViD COPPERFIELD (Charles Dickens- İngiliz- roman)

David doğmadan altı ay önce, babası ölmüştür. Onu, ince yapılı annesiyle dadısı Pegotty, şefkatli elleriyle büyütmüşlerdir. O, henüz çocukken genç ve güzel annesi, Murdstone adlı sert yaratılışlı biriyle evlenir. Evdeki hava, hele üvey halanın da gelmesi üzerine büsbütün değişir. Sıkı bir baskı altına giren David, gözden düşmüş, sanki kenara itilmiştir. Derslerinde bile başarı gösteremez. Azarlanır, dövülür, nihayet yatılı bir okula verilir. Bir süre sonra, annesi doğum sonucunda çocuğuyla birlikte ölür. Kimsesiz kalan David'le, dadısı Peggottuy'den başka ilgilenen yoktur. O da evlenince, üvey baba ve hala tarafından şaraphanede isçilik yapmak üzere Londra'ya gönderilir. Orada, yoksul Miscowber'lerin evinde kalır. Şaraphaneyi bir türlü sevemez; bir gün kaçar, annesinin bazen söz açtığı, büyük teyzesi Tortwood'u (Betsey) bulur; ona sığınır. Büyük teyze, David için karar almak üzere, Murdtson'a bir mektup yazar; onlar da gelirler. Murdstone'lar giderler. David yeni hayatına, okula gönderilerek başlar. Artık iyi bir öğrencidir. Arkadaşları vardır. Meslek seçimi zamanı gelince, teyzesinin de isteğiyle avukat olmak üzere bir büroya devama başlar. Bu arada, teyzesini ölür. Dora adlı güzel bir kızla evlenir. Çok geçmeden roman yazmaya ve yayınlamaya başlar; kısa zamanda tanınır. Ama Dora hastalanır ve ölür. David dostlarıyla avunur; en sonunda okuldan arkadaşlık kurduğu ve anlaştığı, kendini öteden beri seven, Agnes ile evlenir; artık mutludur... Romanda, David Copperfield'den başka, birçok kişi ve ailelerin hayatları ve kişilikleri de yer alır. Bunlardan Steerforth, David'in okul arkadaşıdır; Emily adlı güzel bir kızla kaçar. İki ailenin çöküntüsüne yol açar. Yoksul Micowber'ler kendilerine güvenen, fakat bir türlü başarıya ulaşamayan bir ailedir. Sonunda Avusturalya’ya göç ederler. Yarmuth'taki Peggoty ailesi, temiz, dürüst bir balıkçı ailesidir. Steerforh'un Emily'i kaçırması üzerine birçok kötü durumlarla, felaketlerle karşılaşır; onlar da Avusturalya'ya giderler. Nihayet, Uriah Hep ise, bencilliği, Agnes'in babasını sömüren iyi yüzlüğü dolayısıyla adaletin pençesine düşer.

DÜNYA NİMETİ (Knut Hamsun, Norveç)

Dünya Nimeti, 1917’de çıktı. Issız toprakları canlandırmak için insan gücünün verdiği imtihanları, tabiat kuvvetleriyle çetin savaşları hikâye eden bu roman, katı ve boş topraklara düşen alın terlerinin önce kıt kanaat, giderek cömert hasadını, bu başarıdaki büyük hazzı dile getirir. Bu kitapta Hamsun 20 yüzyıl insanının destanını yazmış. Önüne bir model almadan, başaran insanın büyüklüğünü gözler önüne sermiştir.. Roman, cahil bir göçmen olan İsak’ın basit, cahil karısı İnger’le birlikte, çorak ve haşin toprakları sabırla nasıl bereketli, yeşil bir yurt parçası haline getirdiğini anlatır.

CEMİLE (Cengiz Aytmatov, Kırgız)

Çok güzel bir kız olan Cemile, asil ve soylu bir aileye gelin olur. Fakat bir süre sonra eşi ikinci dünya savaşına asker olarak gönderilir. Gençliğini ve gelinliğini yaşayamayan Cemile küçük kayını ve köye savaştan sakat olarak dönmüş olan Mehmet ile beraber cepheye erzak taşımaya başlar. Cephede bulundukları sırada Mehmet, sürekli Cemile’nin dikkatini çekmektedir. Çünkü Cemile eşinde bulamadığı ilgi ve yakınlığı Mehmet’te bulmaktadır. Daha sonra ikisi arasında bir aşk başlamaktadır. Bir süre sonra eşi savaştan köye döner. Cemile ise bu durum karşısında Mehmet’le birlikte köyü terk eder.

BABALAR VE OĞULLAR (Turrgenyev, Rus- realist)

Eserlerinde umut, çaresizlik ve hüsran gibi duyguları yoğun olarak işleyen Turganyev romanlarının zirvesini oluşturan “Babalar ve Oğullar” da adeta yaşadığı bunalımlar çağının insan ruhundaki akislerini çizer. Eserlerinde zıt kişiliklerin, mutlulukla mutsuzluğun, maddeyle ruhun, iyiyle kötünün çarpışmasını da bütün şiddetiyle hisettirir. "Babalar ve Oğullar"da Turganyev; Nihilist (hiçbir iradeye boyun eğmeyi ilke olarak kabul etmeyen görüşlerin genel adı) bir kişilik olan Bazarov’un dünyada varolan bütün kuruluşların yıkılması gerektiğini savunarak neredeyse iki kere ikinin dört etmemesi gerektiğini hayal ederken düşünce yapısının tam tersi duygularla oradan oraya savruluşunu izletiyor bize. O kadar ki aşkı bile inkar eden bu kişi bir kadına aşık olduğunu anlayınca kendini inkar etme durumuna düşüyor.

HAMLET (Shakespeare- İngiliz- tiyatro)

Danimarka Kralı, oğlu Hamlet'i, iyi yetişmesini sağlamak amacıyla, felsefe öğrenimi için, Almanya ya göndermiştir. Babası ve annesi tarafından sevildiğini bilen Hamlet, bir gün babasının ölüm haberini alır, Danimarka ya döner. Çok sevdiği ve hükümdarlığın bütün niteliklerini üzerinde taşıyan babasının ölümü onu düşündürür ve üzer. Aradan iki ay gibi çok kısa bir süre geçmiştir. Annesi Gertrude (Gertrud), amcası Cladius (Kladyus) ile evlenir. Sıra Hamlet'te olduğu halde, amcası hükümdar olur. Bir gün, arkadaşları Horatio (Horasyo) ve Marcellius (Marselyüs) Hamlet'e babasının hayaletinin kale burçlarında dolaştığını haber verirler. Bir gece, kale burçlarında, babasının hayaletiyle konuşan Hamlet, babasının, bir yılan sokması sonucu değil, amcası ve annesinin işbirliğiyle öldürüldüğünü öğrenir; öç alma duygusu içinde gerçeği iyice öğrenmek için kendine deli süsü verir; sarayda babasının ölümüne benzer bir konumun bir tiyatro topluluğunca temsili yoluna gider; kralın heyecanını, davranışlarını izler. Onun, oyunu sonuna kadar izlemeyişi karşısında, yavaş yavaş şüphelerinden sıyrılır. Anne ve amcasına karşı koymaya baslar: Bu olaylardan sonra Hamlet, yurt dışına, İngiltere’ye gönderilir. Amaç, Hamlet'in öldürülmesidir. Ölüm buyruğunu elinde götürürken durumu öğrenerek geri döner. Bu arada, Hamlet'in, nisanlısı, nazir Polonius'un kızı Ophelia (Ofelya), babasının ölümü üzerine, çıldırmış; derede boğulmuştur. Ophelia'nin kardeşi Laertes (Urtls) babasının ve kız kardeşinin öcünü almak üzere Hamlet'e karşı kışkırtılır. Bir kılıç vuruşması hazırlanır. Bunu da Kral ve Laertes birlikte düzenlerler. Ama düzen ters isler: Ucu zehirli kılıç Hamlet'i yaraladığı gibi, Laertes'i da yaralar. zehirli içkiyi de, hiçbir şeyden haberi olmayan Kraliçe içer. Geriye kalan zehirli içki, Hamlet tarafından, zorla Krala içilir. Hepsi ölürler. Durumun halka duyurulması için Horatius ile Lehistan'dan zaferle dönen Fortinbras anlaşırlar.
GORiOT BABA (Balzac- Rus- roman)

İs hayatında başarıya ulasan Goriot (Goryo) Baba, kızları Delphine (Delfin) ve Anastasie'ye (Anastazi) karşı aşırı sevgi besler; mutlu olmaları için elinden geleni yapar; evlenmelerine yardımcı olur. Kızları yüzünden servetini kaybeden Goriot Baba, onlardan yüz görmeyince Madam Vaquer'in (Madam Voker) pansiyonunda günlerini geçirmek zorunda kalır. Pansiyonda hukuk ögrencisi olan Eugene de Restignac (Öjen dö Restinyak) ile tıp öğrenimi yapan Bianchon (Biyanson) adında iki genç vardır. Bunlar gerektiğinde Goriot Baba'ya bakarlar. Bir gün Goriot Baba, hasta düşer; kızlarını bir daha görmek ister: Eugene, onun bu isteğini kızlarına iletir. Anastasie son dakikada yetişir ama, babası onu tanıyacak halde değildir. Bir gün sonra, Goriot Baba, yoksullar mezarlığına gömülmek üzere götürülürken, cenaze alayını damatları Retaud (Röto) kontu ile Nucengen (Nüsenjan) baronu'nun armalarına taşıyan boy arabalar izler.

KIRMIZI ve SİYAH (Stendhal- Fransız- roman)


Verrieres (Veryer) şehrinin belediye başkanı. Bay de Renal (dö Renal), kaba saba, gösterişe düşkün yaratılışta bir insandır. Karısı Bayan de Renal ise, kocasına göre daha anlayışlı, evine bağlı, güzel bir kadındır. Şehrin uzağında biçki (hızar) makineleriyle işlerini yürüten okumamış, ama her şeyi sezebilen Sorel Baba ile, onun, Julien adındaki ince, zayıf yaratılışlı küçük oğlu, Renal'lerin ilgilerini çekmiştir. Zira Julien, papazdan din dersleri alan, zeki, gururlu bir çocuktur. Romandaki ana olay böyle başlar. Çocuklara verilen dersler süresince julien'le Bayan de Renal arasında karşılıklı bir sevgi baş gösterir. Bir süre sonra Yoksullar Yurdu Müdür M. Valenod'un yazdığı bir mektup her şeyi ortaya koyar. Bunun üzerine Bay de Renal, Julien'i Basançon seminerlerine gönderir. Julien, seminerdeki arkadaşı Abbe Pirard'in aracılığıyla Paris'te Marki de La More'ün sekreteri olur. Marki'nin kendini beğenmiş Mathilde (Matild) adlı güzel bir kızı vardır. Julien'le Mathilde birbirlerini severler. Marki bunu duyunca çok kızar. Fakat kızının baskısı altında, Julien'i zengin ve şanlı bir kişi yapmaya çalışır. Ama Julien; Mathilde'i unutmaya başlar. Bir gün Marki, Bayan de Renel'dan bir mektup alır. Bu mektupta Julien'le ilgili her şey yazılıdır. Kızını onunla evlendirmekten vaz geçer. Julien, Verriere'e giderek Bayan Renal'i tabancayla vurur, ama öldüremez; tutuklanır. Bütün çabalara rağmen suçunu gizlemez; sonunda giyotine gönderilir. Mathilde, Julien'i kendi elleriyle gömer. Bayan Renal da üç gün sonra ölür.

ANDROMAK ( Racine- Fransız- trajedi)

Andromak, Helena'yı kaçıran Troyalı Paris'in kardeşi yiğit Hektor'un karısıdır. Hektor'un Aşil (Akhilleus) tarafından öldürülmesi ve Troyalıların yenilgisi üzerine Andromak, küçük oğlu ile birlikte, Aşil'in oğlu kral Pirüs'ün tutsağı olarak Epir'e götürülmüştür. Menelaos ve Helena'nin kızları Hermiyon ile Agamemnon'un oglu Orest (Drestes) de Pirüs'ün sarayındadırlar. DresI, Hermiyon'u; Hermiyon Pirüs'ü; Pirüs ise Andromak'i sevmektedir. Orest, Yunanlıların elçisi olarak gelmiştir; gelecekte yeni bir felaket doğurmaması için, Hektor'un küçük oğlunun başını istemektedir; ama gerçek amacı Hermiyon'u elde etmektir. Pirüs, başlangıçta Hermiyon'a yakınlık göstermiş, sonra Andomak'a olan sevgisi üstün gelmiştir; onun uğrunda, gerekirse başkomutanlığını yapacağı yeni bir Troya savaşını bile göze almıştır. Ama Andromak, Hektor'a ve küçük oğluna saygısızlıktır diye, Pirüs'ün karısı olmamak için çırpınmaktadır. Sonunda Hermiyon, evlenmek sözüyle Orest'i kışkırtarak, bir türlü kendine çeviremediği Pirüs'ü düğün yapılacak tapınakta öldürtür; onun ölümünü duyunca da, Orest'i suçlayarak Pirüs'ün ölüsü yanına gelir ve hançerle kendini öldürür. Bunu işiten Orest ise çılgına döner.

1 Haziran 2009 Pazartesi

ŞİFRELENMİŞ DÖNEM SANATÇILARI

(ŞAŞNAZ)
TANZİMAT I.DÖNEM

ŞİNASİ
AHMET MİTHAT EFENDİ
ŞEMSETİN SAMİ
NAMIK KEMAL
AHMET VEFİK PAŞA
ZİYA PAŞA


(SoRuN ADaM)
TANZİMAT II.DÖNEM

SAMİPAŞAZADE SEZAİ
RECAİZADE MAHMUT EKREM
NABİZADE NAZIM
ABDÜLHAK HAMİT TARHAN
DİREKTÖR ALİ BEY
MUALLİM NACİ


(SaHTe HaCiM)
SERVET-İ FÜNUN
SÜLEYMAN NAZİF
HALİT ZİYA UŞAKLIGİL
TEVFİK FİKRET
HÜSEYİN CAHİT YALÇIN
CENAP ŞAHABETTİN
MEHMET RAUF


(FeCi YARA)
FECR-İ ATİ

FUAT KÖPRÜLÜ
CELAL SAHİR
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
AHMET HAŞİM
REFİK HALİT KARAY
ALİ CANİP YÖNTEM



(ÖF HaYıR ZAFeR)
MİLLİ EDEBİYAT


ÖMER SEYFETTİN
FALİH RIFKI ATAY
HALİDE EDİP ADIVAR
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
REFİK HALİT KARAY
ZİYA GÖKALP
ALİ CANİP YÖNTEM
FUAT KÖPRÜLÜ
REŞAT NURİ GÜNTEKİN


(HEY OF)
BEŞ HECECİLER

HALİT FAHRİ OZANSOY
ENİS BEHİÇ KORYÜREK
YUSUF ZİYA ORTAÇ
ORHAN SEYFİ ORHON
FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL


(SeVMeYeCeK aZ)
YEDİ MEŞALECİLER

SABRİ ESAT SİYAVUŞGİL
VASFİ MAHİR KOCATÜRK
MUAMMER LÜTFİ
YAŞAR NABİ NAYIR
CEVDET KUDRET
KENAN HULUSİ
ZİYA OSMAN SABA


(OMO)

GARİPÇİLER( I.YENİCİLER )

ORHAN VELİ KANIK
MELİH CEVDET ANDAY
OKTAY RIFAT HOROZCU



(ECE SÜT İç)
II.YENİCİLER

EDİP CANSEVER
CEMAL SÜREYYA
ECE AYHAN
SEZAİ KARAKOÇ
ÜLKÜ TAMER
TURGUT UYAR
İLHAN BERK


(AFO)
MAVİCİLER

ATTİLA İLHAN
FERİT EDGÜ
ORHAN DURU



(GİTMeYiM)
HİSARCILAR

GÜLTEKİN SAMANOĞLU

İLHAN GEÇER
TALAT SAİT HALMAN
MEHMET ÇINARLI
YAHYA BENEKAY
MUNİS FAİK OZANSOY

TANZİMAT EDEBİYATI DERS NOTLARI

OSMANLI’DA YENİLEŞME HAREKETLERİ

Osmanlı Devleti 17. yüzyılın sonlarına doğru kaybedilen savaşlarla tanışmaya başlamıştır. Kaybedilen savaşlar sonrasında sarsılan askeri otorite ve devlet düzeninin yanında, ekonomik ve sosyal hayat da olumsuz yönde etkilenmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti bu durumu düzeltmek için kendi içinde arayışlara başlamıştı. Fakat bu amaç doğrultusunda yapılan çalışmalardan iyi bir başarı sağlanamamıştı. Osmanlı bu içinde bulunduğu durumu düzeltmek için yüzünü artık Batıya çevirmeye başladı.

Avrupa’da yeni bir siyasal düzen ve toplum anlayışının kapılarını açan 1789 Fransız İhtilali, Osmanlı Devleti’nde “yenilikçi padişahlar dönemi” nin başlangıcıdır. III. Selim, 1808’e kadar süren iktidarında, askeri, idari, mali ve iktisadi alanlarda ilk köklü değişiklikleri başlattı. Bu köklü değişim çabaları daha çok askeri alanda olmuştur.
Yenileşme çabalarının süreklilik kazanması ancak II. Mahmud’un saltanatının son devresinden itibaren mümkün olabildi. Zarar gören devlet otoritesini onarmak, iç ve dış güvenliği sağlayabilecek askeri güce sahip olmak, mali ve ekonomik yapıyı güçlendirmek ve nihayet sosyal ihtiyaç olarak öne çıkan yenilikleri yapmak Sultan’ın esas amacı idi.
Osmanlıda başlayan bu yenileşmenin yanında Batılaşma hareketleri iç ve dış sebepler sonucunda devam etmiştir

TANZİMAT FERMANI (TANZİMAT-I HAYRİYE)
(GÜLHANE HATT-I HÜMAYUNU) - 3 KASIM 1839


Tanzimat Fermanını, Londra elçiliğinden Dışişleri Bakanlığına getirilen " Mustafa Reşit Paşa " hazırlamıştır.
Ferman, Topkapı Sarayının Gülhane bahçesinde, padişah, sadrazam, yabancı devletlerin elçileri, patrikler, büyük devlet memurları önünde "Mustafa Reşit Paşa " tarafından okunmuştur. Yeniçeri Ocağı’nın bozulmaya başlaması nedeniyle Sultan II. Mahmud döneminde başlayan yenilik hareketleri ve Sultan Abdülmecid'in tahta çıkar çıkmaz ıslahat hareketine devam etmek amacında olduğunu göstermesi Osmanlı Devlet yapısındaki değişimin başlangıcıydı. Sadrazam Mustafa Reşid Pasa, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu Padişah adına kaleme almış; devlet ve birey arasındaki ilişkilerde devletin modernleştirilmesi amacına dayanan temel ilkeler kabul ve ilan edilmiştir.
İlanının Nedenleri :
*Avrupalıların içişlerimize karışmasını engellemek
*Halkın sosyal yapısında yenilikler yaparak çağdaşlaşmayı sağlamak
*Mısır valisi M.Ali Paşa’ya karşı Avrupalı devletlerin desteğini sağlamak
ÖNEMİ: Tanzimat fermanıyla Osmanlılara " Kanun " gücü girmiş oluyordu. Başka bir sonucu da, eğitimde Tanzimat dönemi aydın tipini yetiştirerek vermiştir.

ISLAHAT FERMANI (1856)

Tanzimat fermanı yeterli bulunmayarak, gayr-i Müslimlere daha fazla hakların verilmesi için 1856'da yayınlanan ferman. Gülhâne Halt-i Hümâyûnu gibi, imparatorlukta yapılması kararlaştırılan yeni bir düzenin program ve prensiplerini içine alır. Bu ferman esas olarak Tanzimat hükümlerini tekrarlayan, onları açıklayan ve genişleten bir fermandır.

1. MEŞRUTİYET (23 Aralık 1876) (Kanun-i Esasi) ( İlk Anayasa )

Tanzimat döneminde, Avrupa ile yakın ilişkiler içinde olan, Avrupa'yı yakından gören ve onların Osmanlı Devleti üzerine siyasi emellerini öğrenen bir aydın sınıf yetişti. Bunlara "Jön Türkler" ya da "Genç Osmanlılar " denilmiştir. Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa , Serasker Hüseyin Avni Paşa önemli temsilcileridir.
Genç Osmanlılar, Osmanlı Devletinin kurtuluşunu içinde yaşayan halka yönetme hakkı vermekle, gerçekleşeceğine inanıyorlardı.Böylece halk yönetime katılacak, kendisini temsil edecek, dış devletlerin Osmanlı Devleti içine müdahalesine ortam hazırlanmamış olacaktı.
Meşrutiyeti ilan etme sözü veren, II.Abdülhamit V.Murat'ın yerine tahta çıkarılmıştır.

ÖNEMİ:

*Osmanlı Devletinde ilk kez rejim değişikliği oldu.
*Tüm azınlık guruplara parlamentoda temsil hakkı tanınmıştır.
*Osmanlı halkı ilk kez yönetime katılma, seçme ve seçilme haklarına kavuşmuştur.
*Osmanlı Devletinde ilk kez Anayasal düzen kuruldu.
*Osmanlı Parlamentosu; Padişahın seçtiği üyelerden oluşan Ayan Meclisi ve Halkın seçtiği milletvekillerinden oluşan millet meclisi olarak iki meclisten oluşmuştur. Meclis başkanlığına Ahmet Vefik Paşa seçilmiştir.Not: 1877-78 Osmanlı - Rus Savaşının başlaması üzerine, II. Abdülhamit, parlamentoyu dağıtarak, Meşrutiyet rejimini yürürlükten kaldırmış, 30 yıl boyunca sıkı bir yönetim izlemiştir.

TANZİMAT EDEBİYATI

Tanzimat Edebiyatı, bir kültür ve siyasi hareketin sonucu olarak ortaya çıkmış bir edebi akımdır. 3 Kasım 1839'da Reşit Paşa tarafından ilan edilen ve Gülhane Hattı Hümayunu da denilen yenileşme beratının yürürlüğe konmuş olmasından doğmuştur. Bu olay daha sonraları Tanzimat Fermanı olarak adlandırılacak, gerek siyasi alanda gerek edebi ve gerekse toplumsal hayatta batıya yönelmenin resmi bir belgesi sayılacaktır. Edebiyat Tarihçilerimiz de 1839 yılını Tanzimat edebiyatının başlangıcı olarak kabul edeceklerdir.
Amacı, metot bakımından Batılı, öz ve ruh bakımından milli bir edebiyat yaratmaktır.
Türk toplumundaki esaslı değişmeleri, fikir ve yenilik hareketlerini yansıtır.
Bu dönem edebiyatı üç dönemde incelenir:
a) Hazırlık dönemi (1839-1860)
*Bu dönem şiirlerinde üzerinde halk edebiyatı etkileri görülür. Batı’dan çeviriler dikkat çeker(Akif Paşa, Sadullah Paşa, Müfit Paşa, Yusuf Kamil Paşa … dönemin önemli isimleridir.)
*Özellikle Fransız Edebiyatı’ndan şiir, hikaye ve roman çevirilerinin yapıldığı bir geçiş dönemidir. Divan Edb. ile Tanzimat Edb. arasında bir köprü gibidir.
*Devlet eliyle çıkarılan ilk Türk gazetesi olan TAKVİM-İ VEKAYİ bu dönemde çıkarılır
*Bu dönemde Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan çevirdiği Telemak ilk çeviri romanımızdır.
b)1. Dönem Tanzimat Edebiyatı 1860’ta Tercüman-ı Ahval gazetesinin yayımlanmasıyla başlar, 1877’ye kadar sürer. 1877’de II.Abdulhamit’in Meşrutiyet Meclisi’nin çalışmalarını durdurmasıyla sona erer.
c) 2.Dönem Tanzimat Edebiyatı 1877’den başlar, 1895 yılına kadar sürer.

BİRİNCİ DÖNEM TANZİMAT EDEBİYATI (1860-1877) ÖZELLİKLERİ:

1. “Toplum için sanat” anlayışı benimsenmiştir. Sanat, toplumun Batılılaşması için bir araç olarak kullanılmıştır.
2.Eserlerin halkın anlayabileceği sade bir dille yazılması amaçlanmıştır.
3.Divan edebiyatının süslü-sanatlı düz yazısı yerine, belli bir düşünceyi iletmeyi amaçlayan yeni bir düzyazı geliştirilmiştir; ilk kez noktalama işareti kullanılmıştır.
4.Şiirde yeni konular (yurt, ulus, özgürlük, insan hakları...) işlenmiştir. Biçim bakımından Divan edebiyatına bağlılık sürmüş; gazel, kaside, murabba, terkib-i bend gibi nazım biçimleri kullanılmıştır.
5.Tanzimat sanatçıları, Fransız edebiyatını örnek almışlar; klasisizmin ve romantizmin etkisinde kalmışlardır. * Klasisizim(Şinasi, A.Vefik Paşa) romantizm (N. Kemal, A. Mithat)
6.İlk örnekleri bu dönemde görülen roman, teknik yönden zayıf ve kusurludur. Romanlarda Batılılaşmanın yanlış anlaşılması, aile sarsıntıları, köle ticareti gibi konular işlenmiştir.
7.Tanzimat tiyatrosu, sahne dili ve tekniği açısından başarılıdır.Tiyatro, halkı eğitmek için bir okul gibi düşünülmüştür.
8.Tanzimat edebiyatı, batı etkisindeki Türk Edebiyatı’nın ilk durağı olmasından ötürü, Batı edebiyatı türlerinin ilk örnekleri bu dönemde verilmiştir.Bu dönem edebiyatı bir “ilk”ler edebiyatıdır.

İKİNCİ DÖNEM TANZİMAT EDEBİYATININ ÖZELLİKLERİ :

Bu dönemin, 1.Meşrutiyet Meclisi’nin 1877’de, Osmanlı- Rus savaşı gerekçe gösterilerek kapatılmasıyla başlayan baskıcı yönetimi vardır.Bu durum sanat ve edebiyatı da etkilemiştir.
1. Bu dönemde toplum sorunlarından uzaklaşılmış, ‘sanat için sanat’ ilkesi benimsenmiştir.
2. Dilde sadeleşme çabası bırakılmıştır. Dil oldukça ağırlaştırılmıştır.
3. Batı edebiyatı türlerinde ürünler verilmiş, sanatçılar daha da ustalaşmıştır
4. Şiirin konusu genişletilmiş, bireysel konulara dönülmüştür. Ayrıca biçimsel yenilikler getirilmiştir. Recai-zâde Mahmut Ekrem, özellikle Abdülhak Hamit’ in eserlerinde bu açıkça görülmektedir.
5. Romanda realizmin etkisi görülmüş, ilk realist roman bu dönemde yazılmıştır. Realizm ve natüralizm baskın akımlar olarak göze çarpar.
6.Tiyatro önemini yitirmiş, sahne dil ve tekniği açısından başarısız eserler yazılmış .Tiyatro eserleri oynanmak için değil okunmak için yazılmıştır.

TANZİMAT DÖNEMİNDE GAZETE

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Tanzimat edebiyatının ilk dönemi için çerçeve teklif ederken sarf ettiği "Bu devirde gazete hemen tüm yeniliği idare eder." cümlesi de gazetenin yeni edebiyatın temelinde çok önemli bir işlevi yerine getirdiği şeklinde anlamak gerekir.
Gazete Osmanlı toplumunda değişimin hızlandırıcısı olmuştur. Aydınları etrafında toplamış. Batı'yla tanıştırmış (ilk tercüme faaliyetlerinin mekanı gazetelerdi), fikri grupları ve ayrılıkların arenası olmuş ve bütün bir toplum hayatının değişmesinde önemli rol oynamıştır.
19. asrın münekkitlerinden Tanpınar gazeteyi ve işlevini şöyle yorumlar: "Bütün işaretler oradan gelir. Kalabalık onun etrafında kurulur. Okumayı o yazar. Mekteplerin uzak bir gelecek için hazırladığı dağı o tutuşturur."
Tiyatro, tercüme ve telif ilk örneklerini gazete vasıtasıyla verir. Makale, deneme, tenkit gibi türler gazete bünyesinde gelişmiş türlerdir. Bu türler vesilesiyle politika, güncel ve hayatî meseleler, fikri cereyanlar günün hadisesi olmaya başlar. Bu gelişmelerden sonra Osmanlı'da gazeteler hızla yayılmaya ve açılmaya başlar. Matbuat artık güncel ve siyasî hayatın bir parçası haline gelmiştir.
Sonuç olarak:
*Osmanlı Devletinde yayımlanan ilk resmi gazete Takvim-i Vekayi’dir (1831)( Cumhuriyetin ilanından sonra resmi gazete olarak devam eder.)
*Bundan sonra Ceride-i Havadis (1840) adlı yarı resmi bir gazete çıkarılmıştır( İngiliz Churchill tarafından).
*İlk edebi ve özel gazete ise Şinasi ve Agâh Efendi tarafından çıkarılan Tercümân-ı Ahval (1860) daha sonra Şinasi tarafından çıkarılan Tasvir-i Efkâr (1862) gelir.
*Böylece yeni yazı türlerinin gelişmesine ortam hazırlanmış olur.
*Tiyatro, tercüme ve telif ilk örneklerini gazete vasıtasıyla verir.
*Makale, deneme, tenkit gibi türler gazete bünyesinde gelişmiş türlerdir.
*Gazete, Osmanlı toplumunda değişimin hızlandırıcısı olmuştur.

TANZİMAT DÖNEMİ ÖĞRETİCİ METİNLERİ

Tanzimat edebiyatında gazetelerle birlikte öğretici metinler yapı değiştirmiş, Batılı öğretici metinler edebiyatımıza kazandırılmıştır. Tanzimat döneminde Şinasi, Namık Kemal’le başlayan gazetecilik çok gelişmiş ve gazete etkili bir iletişim aracı olmuştur. Bu gazetelerde makale, fıkra, deneme, tenkit gibi öğretici metinlere de yer verilir. Ayrıca anı, günlük, mektup gibi türler Tanzimat’ la birlikte önem kazanmış ve Batılı bir hüviyete bürünmüştür. Şunu da unutmamak gerekir ki bu dönemin bir çok edebi türünde öğreticilik hakimdir.
Öğretici metinlerin genel özellikleri:
*Divan edebiyatındaki münacat, methiye, dua gibi bölümler yoktur.
* Toplumsal konulara ve sorunlara yer verilmiştir.
* Hürriyet, eşitlik, kanun, bilim ve teknikle ilgili Batılı kavramlar konu olarak işlenmiştir.
* “Sanat, toplum içindir.” anlayışı benimsenmiştir.
* Öğretici metinler toplum için, toplumun anlayacağı bir dille yazılmıştır.
*Tanzimat Dönemi Edebiyatı öğretici metinlerinde ikilik yani eski-yeni,yerli-Batılı çatışması temada, dilde (Arapça, Farsça kelime ve kavramlarla –yeni kavramlar) , ifade biçimlerinde varlığını hissettirmiştir.
*İlk makale Şinasi’nin yazdığı “Tercüman-ı Ahval Mukaddimesi”dir.

TANZİMAT DÖNEMİNDE COŞKU VE HEYECAN DİLE GETİREN METİNLER (ŞİİR)

Tanzimat edebiyatı sanatçıları her şeyden önce şiirin konusunu ve anlatımını değiştirdiler. Namık Kemal “Lisan-i Osmani’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazalar” isimli uzun makalesinde şiirin, fikrin gelişmesine ve halkın eğitilmesine olan büyük hizmetinden söz eder.
Divan edebiyatının gerçekle ilgisizliğine, yapmacıklığına, boşluğuna şiddetle hücum eden Namık Kemal, edebiyatın yeniden düzenlenmesini ister.
Bunun içinde her şeyden önce yeni bir anlatım yolu, yeni bir dil bulunmasını gerekli görür. Dilin bir an önce konuşma diline yaklaştırılması gerekliliğini savunur.Buna rağmen Tanzimat şiirinin dilinin sade olduğunu söylemek zordur.
Tanzimat şirinin Divan şiirine bağlı kaldığı unsurlar daha çok biçim alanındadır. Bu dönemde halk şiirine ve hece veznine olan ilgi biraz artmışsa da divan şiiri ve aruz eski hakimiyetini sürdürmüştür.
Divan şiirinin nazım şekilleri aynen kullanılmıştır (Gazel, kaside, terkib-i bent müseddes, murabba gibi şekiller).
Şiirin konusu değişmiş, aşk, hasret, ayrılık gibi kişisel konular bir yana bırakılmış, eşitlik, özgürlük, adalet, hukuk gibi toplumsal konulara önem verilmiştir. Ancak bu daha çok I.Tanzimatçılar denen Şinasi,Ziya Paşa,Namık Kemal gibi sanatçılarda görülür.
II.Tanzimatçılar denen Recaizade Mahmut Ekrem, Abdulhak Hamit, Samipaşazade Sezai’de ise kişisel konular yeniden ele alınmıştır.
Sonuç olarak:
*Her iki dönem şairleri biçim yönünden Divan şiiri geleneğine bağlı kalmışlardır.
*Her iki dönem şairleri “Romantizm”in etkisinde kalmışlardır.Bu dönem şiirinin Batı düşüncesiyle klasizm ve romantizm edebi akımlarıyla ilişkisi vardır.
*1.dönem şairleri “toplum için sanat” anlayışını; 2.dönem şairleri ise “sanat için sanat” anlayışını benimsemişlerdir.
*1.dönem şairleri “vatan, millet, adalet” gibi konuları ele alırken; 2. dönemdekiler “aşk, doğa, ölüm” gibi konuları ele almışlardır. Dolayısıyla konu ve temada yenilik yapmayı başarmışlardır.
*1.dönem şairleri dilde sadeleşmeyi amaçlamış ancak bunda başarılı olamamışlardır. 2. dönem şairleri ise ağır olan bu dili daha da ağırlaştırmışlardır.
*Şiirde sanatlı söyleyiş her iki dönem şairleri için de amaç olmaktan çıkmıştır.
*İki dönemin şairleri de şiirde parça güzelliğini bırakıp bütün güzelliğine ve konu birliğine önem vermiştir.
*Aruz ölçüsü kullanılmaya devam ederken az da olsa hece ölçüsü kullanılmıştır.
*Gazel, kaside, terkib-i bent gibi eski nazım şekilleri kullanılmaya devam etmiştir
*Özellikle ikinci dönem sanatçıları yeni nazım şekilleriyle şiir yazmada başarılı olmuşlardır. (A.Hamit Tahran, Recaizade Mahmut Ekrem başarılıdır).
*Tanzimat şairleri bireysel duygu düşünce ve anlatıma önem vermiş, böylece Türk edebiyatına Batı’daki bireyci anlayışı getirmişlerdir.

DİVAN ŞİİRİ VE TANZİMAT ŞİİRİNİN BENZERLİKLERİ VE FARKLILIKLAR

A.BENZERLİKLERİ

*Nazım şekilleri benzer:…. Kaside, gazel, terkib-i bend, müseddes vb.
*Ölçü benzer: …….Aruz ölçüsüyle şiirler yazılır.
*Kafiyeleniş benzer.
*Dil benzer:….Arapça-Farsça kelime ve tamlamaların kullanılması

B. FARKLILIKLARI

1. TEMA –KONU (İÇERİKLE İLGİLİ)

DİVAN ŞİİRİNDE: Aşk, tabiat, tasavvuf,ahlak,övgü (devlet ve din büyüklerine)

TANZİMAT ŞİİRİNDE: Halkı aydınlatmaya yönelik yeni tema ve konular işlenmiştir. Hürriyet, eşitlik, adalet, kanun, yönetimden ve dönemden şikayet vb.

2.YAPI ÖZELLİKLERİ

DİVAN ŞİİRİNDE: Genellikle beyitler kullanılır, ölçü aruzdur, Kafiyelenişi nazım biçimi belirler Göz için kafiye benimsenir. Nazım biçimlerinin belirli bölümleri vardır. Şiir, nazım biçimine göre adlandırılır.

TANZİMAT ŞİİRİNDE: Divan şiiri nazım biçimleri kullanılmasına rağmen klasik yapıda bazı değişiklikler yapılır. Beyit sayılarının değiştirilmesi bölümlerin bulunmaması, bazen mahlasların kullanılmaması bazı şairlerin aruz ölçüsünü yanında heceyi kullanmaları, ayrıca şiirlerde başlıklara nazım biçiminin yanında konu adının da eklenmesi gibi…
Zengin kafiye benimsenmiş, divan şiirinin aksine “Kafiye kulak içindir.” (Aynı ses veren değişik harfler kafiye sayılır.) anlayışı Recaizade Mahmud Ekrem tarafından ileri sürülmüş zamanla taraftar kazanmıştır.

3.DİL VE ANLATIM ÖZELLİKLERİ

DİVAN ŞİİRİNDE: Arapça ve Farsça tamlamalara söz sanatlarına yer verilmesinden dolayı ağır bir dil vardır.

TANZİMAT ŞİİRİNDE: Halkın anlayacağı bir dilde yazma anlayışına rağmen Arapça - Farsça kelime ve tamlamaların kullanıldığı görülür.Dildeki en büyük farklılık yeni kavramlara yer verilmesidir.

OLAY ÇEVRESİNDE GELİŞEN METİNLER

A)ANLATMAYA BAĞLI METİNLER( ROMAN- HİKAYE)


Tanzimat dönemi öncesi Türk Edebiyatı'nda hikaye ve roman türleri yoktu. Olay kaynaklı tür olarak mesneviler kullanılmıştır. Bunların da teknik olarak hikaye ve romana benzediği söylenemezdi. Bu metinlerde tekrarlanan konular söz ustalığını göstermek için işlenirdi. Tanzimat, nesir alanında bir çığır açmış, onu şiirden daha etkili bir hale getirmiştir. Süsten, özentiden uzak, halkın okuması, bilgilenmesi amacıyla eserler ortaya koyulmuştur. Türk Edebiyatı'nda roman çevirilerle başlamıştır. Bu alanda ilk eser Yusuf Kamil Paşa'nın Fenelon adlı Fransız yazardan çevirdiği “Telemak” adlı romandır. Bir çok teknik kusurlarla dolu olan bu eserin kahramanlarının yabancı olmasına rağmen büyük ilgi gördü. Konusuyla,kahramanlarıyla ilk Türk romanı ise Şemseddin Sami'nin yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı bir aşk romanıdır.Bu da bir çok kusurlarla dolu basit bir romandır. Edebi sayılabilecek ilk roman Namık Kemal'in “İntibah” adlı romanıdır.
Sonuç olarak:
*İlk çeviri roman Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan çevirdiği Telemak’tır.
*İlk yerli romanımız Şemseddin Sami’nin yazdığı “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat”tır.
*İlk edebi romanımız Namık Kemal’in yazdığı “İntibah”tır.
*İlk tarihi romanımız Namık Kemal’in yazdığı “Cezmi”dir.
*İlk köy romanımız Nabizade Nazım’ın yazdığı “Karabibik”tir.
*Konular genellikle günlük yaşamdan ya da tarihten alınmıştır. Kölelik ve cariyelik, görmeden evlilik, yanlış Batılılaşma gibi konulara yer verilmiştir.
*Yazarlar, kişiliklerini eserlerine yansıtmışlardır.
*Romanlar teknik bakımdan oldukça zayıftır. Yer yer olayların akışı kesilerek okuyucuya bilgiler verilmiştir, uzun uzun tasvirler yapılmış, tesadüflere sıkça yer verilmiştir.
*Kahramanlar tek yönlüdür; hep iyi ya da hep kötü.
*1. dönemde romanın amacı halkı eğitmek iken 2. dönemde amaç sanattır.
*1. dönem “Romantizm”in, 2.dönem “Realizm”in etkisinde kalmıştır.
* Hikaye alanında ise yine ilk eserler Tanzimat döneminde verilmiştir. Daha önce halk hikayeleri olsa da bunlar belli konuların dışına çıkmaz ve masal karakteri gösterirdi. Özellikle Ahmet Mithat halk hikayeleri ile batı tekniğini birleştirdi. “Letaf-i Rivayat” adlı hikaye serisi ile halk hikayelerini modernleştirmeye çalıştı ve bu alandaki ilk Batılı eserlerdendir. Ancak modern anlamda ilk hikayecilik Samipaşazade Sezai'nin “Küçük Şeyler” adlı eseriyle başlar.
*İlk hikaye kitabımız Ahmet Mithat Efendi’nin “Letaif-i Rivayat”ıdır.

B) GÖSTERMEYE BAĞLI EDEBİ METİNLER ( TİYATRO)

Tanzimat dönemine gelinceye kadar edebiyatımızda Batılı anlamda sahne tiyatrosu görülmez. Ancak halk arasında Karagöz ile Hacivat, ortaoyunu, meddah gibi geleneksel halk tiyatrosu vardır:
Karagöz gölge oyunudur. Değişik söz oyunlarıyla yanlış anlaşılan sözlerle güldürü unsuru sağlanır.Eğlendirme amacı taşır.Karagöz adlı cahil biriyle Hacivat adlı bilgili geçinen biri arasındaki atışmalarla sürer gider.
Ortaoyunu ise şehir meydanlarında ya da kendileri için hazırlanan yerlerde Pişekar, Kavuklu, Zenne gibi sabit tiplerle oynanan güldürü amaçlı seyirlik oyundur.
Meddah tek kişilik bir oyundur. Yüksekçe bir yere çıkan meddah,değişik şivelerle konuşarak anlattığı bir olayla güldürü oluşturur.
Bu oyunlar belli bir metne dayanmayan,oyuncuların oyun esnasında konuşmalarıyla oluşan oyunlardır.Eğitici bir amaç taşımaz.
Tanzimat tiyatrosu ile tiyatro bir okul sayılmış, halkın eğitilmesinde bir araç sayılmıştır. Bunlarda sosyal eğitim ön plandadır. Toplumda görülen aksaklıklara doğrudan doğruya dokunmak veya tarihin ibret verici olaylarını ele alıp onlardan ahlaki sonuçlar çıkarmak amaçlanmıştır.Tanzimat tiyatrosunda dil ve üslup konuşma diline ve üslubuna çok yaklaşmıştır. Fakat ikinci dönem Tanzimatçılarda bilhassa Hamit’in eserlerinde doğallığını gittikçe kaybetmiş,süslü,yapmacıklı bir hale gelmiştir.
Tanzimat döneminin yayınlanan ilk tiyatro eseri Şinasi'nin “Şair Evlenmesi” adlı tek perdelik komedisidir. Tiyatro alanında eğitici eserler ise Namık Kemal tarafından verilmiştir. Ahmet Vefik Paşa bu dönemde tiyatro çalışmalarıyla tanınmış başka bir isimdir. Bursa’da bir tiyatro yaptırmış, burada tercüme ettiği eserleri sahnelettirmiş, halkı tiyatroya gitme konusunda yönlendirmiştir. Moliere’in hemen hemen bütün eserlerini çevirmiştir.
Sonuç olarak:
*İlk ciddi tiyatro 1867’de Güllü Agop’un idare ettiği Osmanlı Tiyatrosu’dur.
*İlk Türk piyesi küçük bir dram olan “Hikaye-i İbrahim Paşa ve İbrahim Gülşeni”dir.
*Batılı anlamdaki ilk tiyatro Şinasi’nin yazdığı “Şair Evlenmesi” adlı töre komedisidir.
*Sahnelenen ilk tiyatromuz ise Namık Kemal’in yazdığı “Vatan Yahut Silistre”dir.
*Tiyatro, halkı eğitmek amacından dolayı daha çok okunmak için yazılmıştır.
*1. dönem tiyatrolarının dili 2. döneme göre daha anlaşılır bir niteliktedir.

GENEL ÖZELLİKLER

A. Bu dönem sanatçıları, Divan edebiyatında hiç bulunmayan makale, tiyatro, roman, hikaye, anı, eleştirme gibi yeni edebiyat türleri getirmişler, Divan edebiyatında bulunan şiir, tarih, mektup gibi edebiyat türlerini Batı anlayışına göre yenileştirmişlerdir.
B. Tanzimat edebiyatının özellikle ilk döneminde yetişen sanatçıların çoğu (Ziya Paşa, Namık Kemal) Montesquieu, Rousseau, Voltaire gibi Fransız yazarlarının etkisi altında kalarak, makale ve şiirlerinde zulme, haksızlığa, geriliğe karşı şiddetli bir dille mücadeleye girişmişler; vatan, millet, hürriyet, hak, adalet, kanun, meşrutiyet gibi kavramları yaymaya çalışmışlar, “toplum için sanat” anlayışını benimsemişlerdir.
C.Tanzimat edebiyatının ikinci döneminde yetişen sanatçılar ise (Recai-zâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hâmit, Sami Paşa-zâde Sezai) toplum işlerine daha az karışmışlar, “sanat için sanat” anlayışını benimser görünmüşlerdir.“Her güzel şey şiire konu olabilir.” anlayışını savunmuşlardır.
D. Çoğu Fransız edebiyatını örnek olarak alan bu sanatçıların bir kısmı Klasisizm (Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Ali Bey)bir kısmı Romantizm (Namık Kemal) bir kısmı da Realizm (Recai-zâde Mahmut Ekrem, Sami Paşa­zâde Sezai Nabi-zâde Nâzım.) akımlarının etkisi altında eserler vermişlerdir.
E. Tanzimat edebiyatı, Divan Edebiyatı'nın tersine olarak, seçkin kişiler için değil, halk için meydana getirilen bir edebiyat düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Bu görüşü benimseyen Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ali Bey özellikle makale, tiyatro, anı, kısmen de olsa roman türlerinde eserler vermişlerdir. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen Recai-zâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, başta olmak üzere bazı edebiyatçılar ise bu amaçtan uzaklaşmış görünmektedirler.
F. Dilin sadeleşmesi, konuşma dilinin yazı dili haline gelmesi düşüncesi savunulmuştur. Dil konusunda bu düşünceyle birlikte, eski alışkanlıklarından kurtulup da öz Türkçe yazılmış değildir. Türkçe, daha çok, tiyatro; anı, mektup, bir dereceye kadar da makale ve romanlarda kullanılmıştır. Edebi Türk nesrinin temeli bu dönemde ve Şinasi tarafından atılmıştır.
Cümlelerin uzunluğu kısalmış, anlaşılır cümleler kurulmaya çalışılmıştır
G. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen sanatçılar ise konuşma dilinden uzaklaşarak Divan Edebiyatı geleneklerini sürdürmüşlerdir.
H. Divan şiirindeki “bölüm güzelliğine” karşın “konu bütünlüğüne, güzelliğine” önem vermişler.